HZ. ABDURRAHMAN BİN AVF (r.a.):





HZ. ABDURRAHMAN BİN AVF (r.a.):


Eshâb-ı Kirâmın büyüklerinden ve Cennetle müjdelenen on kişiden biri. Adı, Abdurrahman bin Avf

bin Abd-i Avf bin Hars bin Zühre bin Kusey’dir. Soyu, yedinci dedesi Kilâb bin Mürre’de Resûlullah efendimiz ile birleşmektedir. Künyesi Ebû Muhammed’dir. İslâmiyetten önce adı Abd-i Amr, bir rivayette de
Abdülka’be veya Abdülhâris olup, İslâma geldiğinde Peygamber efendimiz tarafından ismi değiştirilip
“Abdurrahman” olmuştur. Babası Avf, Cahiliye devrinde Gamisâ adındaki yerde Fâkih bin Mugîre ve
Affan bin Ebi’l-Âs ile beraber Cüzeyme kabilesi tarafından katl edilmiştir. Annesi Şifâ binti Avf’dır. Hz.
Ebû Bekir, Osman, Talha ve Zübeyir (r. anhüm) hazretlerinin anneleri ile birlikte müslüman olmuştu.
Kardeşlerinden Esved ve Abdullah da müslüman olmakla şereflenmişlerdir. Birçok defa evlenmiştir. Yedisi kız, yirmibiri erkek olmak üzere yirmisekiz çocuğu olmuştur. Erkek çocuklarından bazılarının isimleri,
Muhammed, İbrahim, Hameyd, Zeyd, Ebû Seleme, Mus’ab, Süheyl, Osman, Ömer, Misver’dir. Bunlardan İbrahim, Muhammed, Hameyd ve Zeyd’in annesi Ümmü Gülsüm’dür. Ebû Seleme’nin annesi ise
Tümadır’dır. Oğlu İbrâhîm, Resûlullah efendimizle görüşmek şerefine kavuşmuştur.
Hicretten 44 sene önce (m. 580) yılında doğdu ve Hicretten 31 sene sonra (M. 653) Medine’de vefât etti. Hz. Ebû Bekir’in teşviki ile, O’nun tavsiyesine uyarak en önce îmân edenlerin beşincisidir. Mekke’de iken ticâret yapardı. Hz. Abdurrahman İslâmiyeti kabul edince diğer müslümanlar gibi eziyyet ve
işkencelere maruz kaldı. Böylece vatanını terk ile hicrete mecbur oIdu. Habeşistana hicret eden
müslümanlarla beraber bu memlekete gitti. Çok geçmeden Peygamber efendimizin Medine-i
münevvereye hicretinden sonra Medine’ye gelerek Resûlullaha katıldı.
Hz. Abdurrahman bütün harplerde bulundu. Bedir’de kahramanlıkları çok oldu. Hz. Abdurrahman
bin Avf, Bedir harbinde şahit olduğu bir hadîseyi şöyle anlatıyor: “Bedir’de harp saflarında durup sağıma
soluma baktığım zaman Ensâr’dan iki genç delikanlı gözüme ilişti. Bunlardan en kuvvetli ve vurucu olanı
ile bulunmak istedim. Bu iki gençten biri beni gözü ile süzdü sonra bana dönerek: “Ey amca! Ebû Cehil’i
tanır mısın?” diye sordu. Ben de: “Evet tanırım” dedim ve “Ey kardeşimin oğlu, Ebû Cehil’i ne yapacaksın?” diye sordum. O da “Bana haber verildiğine göre, Ebû Cehil Resûlullah’a sövermiş. Allah’a yemin
ederim ki onu bir görürsem, öldürünceye veya kendim ölünceye kadar asla ondan ayrılmayacağım.”
dedi. Bir gencin heyecan halinde söylediği kat’i bu söze doğrusu hayret ettim.”
Bu iki gençten diğeri de beni gözden geçirerek diğerinin söylediği gibi söyledi. Bu sırada gözlerim
hiç bir tarafa takılmadan ben de Ebû Cehil’i görmüştüm. O, Kureyş” askeri içinde hiç durmadan ileri geri
dönüp duruyordu. Ben: “Gençler, öteye beriye telaşla giden şu şahıs, bana o sorup tanımak istediğiniz
Ebû Cehil’dir” dedim. Onlar da hemen kılıçlarına sarıldılar ve Ebû Cehil’i öldürünceye kadar kılıç darbesine tuttular. Sonra dönüp Resûlullah’ın huzuruna geldiler. Ve hâdiseyi arz ettiler. Resûlullah (s.a.v.):
“Ebû Cehil’i hanginiz öldürdü?” diye suâl etti. Bunlardan biri “Ben öldürdüm” dedi. Resûlullah (s.a.v.)
“Kılıçlarınızı sildiniz mi?” deyince. Onlar da: “Hayır silmedik” diye cevap verdiler. Bunun üzerine
Resûlullah efendimiz, kılıçlarına ne kadar kan bulaştığını ve ne derece derinlikte battığını anlamak için
gençlerin kılıçlarını tetkik edip, gözden geçirdi. İltifat ve tebrik ederek: “İkiniz öldürmüşsünüz” buyurdu.
Abdurrahman bin Avf (r.a.) Uhud’da iki müşrik öldürdü ve yirmibir yerinden yaralandı. Ayağından
aldığı bir yaradan hafif topal kaldı. Ayrıca 12 tane dişi kırıldı. Peygamber efendimiz (s.a.v.) onu Medine’de Hz. Saîd bin Rebîi ile kardeş yapmıştı. Hz. Saîd o kadar iyi kalbli, cömert bir zât idi ki, bütün mal
ve servetini Hz. Abdurrahman ile paylaşmak istemişti. Fakat Hz. Abdurrahman bunu istememiş ve te-
şekkür ederek, “Azîz kardeşim, Allah sana ve çoluk çocuğuna bereket ihsan etsin, malını çoğaltsın! Sen
bana çarşının yolunu göster ben orada biraz alış veriş ile meşgul olup ihtiyaçlarımı karşılarım.” demişti.
Peygamberimiz Hz. Abdurrahman’ın böyle söylediğini duyunca, O’na hayır duâ etti. Kaynuka çarşısında
ticâret yaparak kısa zamanda çok zengin olmuştu. Buyurdu ki: “Taşa uzansam, o taşın altında ya altına
veya gümüşe rastladığımı görürüm.”
Hz. Abdurrahman bin Avf, Resûlullahın sağlığında Allah yolunda çok mal harcadı. Üç kere malının
yarısını verdi, birinci defa 4000 dirhem, ikincide 40 000 dirhem ve üçüncüde de 40 000 altın sadaka olarak Allah yolunda dağıttı. Uhud savaşı esirlerinden 30 tanesini azad ettirdi ve her birine 1000 altın dağıttı. Tebük seferi için 500 at ve 500 yüklü deve verdi. Birgün buğday, un ve çeşitli zahire yüklü yediyüz
devesi ile Medine’ye girdiğinde Hz. Âişe (r.anha), Resûlullah efendimizin, “Abdurrahman bin Avf,
Cennete diz üstü girer.” buyurduğunu bildirince, develerin hepsini yükleriyle birlikte Allah yolunda da-
ğıtacağını söz verip onu şahit tutmuştur. Bedir harbinde bulunup da sağ kalanların her birine, kendi malından 400 dirhem (2 kg. civarında) altın para verilmesini vasiyet etti. Vasiyeti hemen yerine getirildi.
Tebük harbinden dönüşte Peygamber efendimiz bir yere gitmişlerdi. O sıra Eshâb-ı kirâm, sabah
namazı geçiyor diye Abdurrahman bin Avf’ı imamete geçirdiler. Peygamber efendimiz döndüğü zaman
ikinci rekâtte ona uydular ve namazın sonunda “Bir peygamber sâlih bir kimenin arkasında namaz
kılmadıkça ruhu kabz olmaz” buyurarak Abdurrahman bin Avf’ın kıymetini ifâde ettiler. – 98 –
Hz. Abdurrahman, Dûmet-ül-Cendel’e giden orduya Resûlullah’ın emriyle kumandanlık yaptı: Birinci Halife Hz. Ebû Bekir devrinde Hz. Abdarrahman, O’nun en samimi müşavirlerinden idi. Hz. Ebû
Bekir O’na son derece hürmet eder ve her işte onunla istişare ederdi (danışırdı). Hz. Ömer’in halîfeliği
zamanında bir ticâret kervanı gelip, gece Medine’nin dışında kondu. Yorgunluktan hemen uyudular. Halife Ömer, şehri dolaşırken bunları gördü. Abdurrahman bin Avf’ın (r.a.) evine gelip, “Bu gece bir kervan
gelmiş. Hepsi kâfirdir. Fakat bize sığınmışlar. Eşyaları çoktur ve kıymetlidir. Yabancıların, yolcuların,
bunları soymasından korkuyorum. Gel, bunları koruyalım” dedi. Sabaha kadar bekleyip sabah namazında mescide gittiler. İçlerinden bir genç uyumamıştı. Arkalarından gitti. Soruşturup, kendilerine bekçilik
eden şahsın halife Ömer olduğunu öğrendi. Gelip arkadaşlarına anlattı. Roma ve İran ordularını perişan
eden, binlerce şehir almış olan, adaleti ile meşhûr, yüce halifenin, bu merhamet ve şefkatini görerek
İslâmiyetin hak din olduğunu anladılar. Hepsi seve seve müslüman oldu. Hz. Ömer vefât ederken halifeliğe aday olarak gösterdiği 6 kişiden biri de Abdurrahman bin Avf’dır. Fakat O, kendi hakkından feragat
ederek hakem oldu. Hz. Osman halife seçildi ve önce kendisi bîat etti.
Hz. Abdurrahman, Hz. Osman devrinde son derece sakin bir hayat yaşadı. 31 (m. 651) senesinde
75 yaşında iken vefât etti. İri yapılı, beyaz tenli, yakışıklı bir zat idi. 65 hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Kendisinden, Abdullah İbn-i Abbâs, İbn-i Ömer, Cabir bin Abdullah Enes bin Mâlik, Cübeyr bin Mut’im ve
oğulları İbrâhîm, Hamid ve Ebû Seleme, kızkardeşinin oğlu Abdullah bin Âmir, Mâlik bin Evs ve birçok
âlim hadîs-i şerîf rivâyetinde bulunmuşlardır. Resûlullah (s.a.v.) onun hakkında “Göktekiler ve yerdekiler katında, sen eminsin” buyurdu. Resûlullah’dan bizzat rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden bazıları şunlardır:
“Dikkat edin, Cennet için hazırlanan yok mudur? Kâ’be’nin Rabbine yemin olsun ki, Cennet’te tehlike diye birşey yoktur. Cennet parlayan bir nur, etrafa yayılan bir kokudur. Binaları
kuvvetlidir. Irmakları devamlı akar, bol ve kemâle ermiş meyva yeridir. Orada Huriler vardır. Cennette üzüntü ve keder yoktur. Nimetleri devamlıdır.” Eshâb-ı kirâm: “Biz ona hazırlanmışız” dediler.
Bunun üzerine Resûl-i Ekrem: “İnşaallah deyiniz” buyurdu ve cihadı anlattı.
“Bir yerde veba hastalığının çıktığını duyduğunuz vakit oraya gitmeyiniz. Bulunduğunuz
yerde veba görüldüğü vakit kaçarcasına oradan uzaklaşmayınız.”
“Bir kadın beş vakit namazını kılar, Ramazan orucunu tutar, namusunu korur, zevcine itâat
ederse dilediği kapıdan Cennete girer.”
“Serveti çoğaltanlar helâk oldu. Ancak Allah’ın fakîr kullarına verip, bu servet ile hayırlı amel işleyenler müstesna. Ne yazık ki, bu gibiler azdır.”
Eshâb-ı kirâm’ın büyüklerinden Abdurrahman bin Avf’a (r.a.): “Bu büyük serveti nasıl kazandın?”
dediler. Buyurdu ki: “Çok az kâra da râzı oldum. Hiç bir müşteriyi boş çevirmedim. Hatta birgün bin deveyi sermayesine satmıştım. Yalnız dizlerindeki ipler kâr kalmıştı. Bir ip bir dirhem gümüş değerinde idi.
O gün develerin yem parasını ben vermiştim. Kazancım ise bin dirhem olmuştu.”
Hz. Abdurrahman yüksek ahlâk, fazîlet ve kemâl sahibi, çok iyi ve çok temiz seciyeli bir insandı.
Onun kalbi, Allah korkusu ile Resûl-i Ekrem’e muhabbetle, doğruluk ve iffetle, rahmet ve şefkatle dolu
idi. Âlicenaptı (cömertti), Allah yolunda malını dağıtmaktan zevk alırdı. Hz. Abdurrahman’ın kalbinde
Allah korkusu o kadar yer etmişti ki, kendisi hiç bir vakit dünyâsını dinine tercih etmemiş, hayatta servet
ve mal sahibi olmaya ehemmiyet vermemiş, tam müslüman olarak yaşamayı her şeyin üstünde tutmuş-
tu. Nitekim aşağıdaki vak’a Hz. Abdurrahman bin Avf’ın takvasını (haramlardan kaçışını) çok iyi göstermektedir.
Birgün Hz. Abdurrahman bin Avf’a bir yerde yemek ikrâm olunmuştu. Kendisi oruçlu idi. Tam iftar
edeceği zaman, Hz. Abdurrahman bir hatırasını anlatmağa başladı: “Uhud günü, benden çok hayırlı
olan Mus’ab bin Umeyr şehîd düştü. Onu bir kumaş parçasına kefenledik. Başını örttüğümüz zaman
ayakları çıplak kalıyor, ayaklarını örtersek başı açık kalıyordu. Sonra o gün Hz. Hamza da şehîd oldu. O
da benden hayırlı idi. Sonra dünyâ bize açıldı. Türlü türlü nimetlere kavuştuk. Korkarım, bizim hayır ve
hasenat devrimiz geçmiş olsun” demiş ve ağlamaya başlamıştı. Hz. Abdurrahman, o kadar müteessir
olmuştu ki, önündeki iftarını unutmuştu.
Halife Ömer (r.a.) Şam’a gidiyordu. Samda tâ’ûn (yani veba hastalığı) olduğu işitildi. Yanında bulunanların bazısı, Şam’a girmiyelim, dedi. Bir kısmı da, “Allahü teâlâ’nın kaderinden kaçmıyalım” dedi.
Halife de, “Allahü teâlânın kaderinden, yine O’nun kaderine kaçalım, şehre girmiyelim. Birinizin bir çayırı
ile, bir çıplak kayalığı olsa, sürüsünü hangisine gönderirse, Allahü teâlânın takdiri ile göndermiş olur”
buyurdu. Sonra Abdurrahman bin Avf’ı (r.a.) çağırıp sen ne dersin? buyurunca Resûlullah (s.a.v.) den
işittim: “Vebâ olan yere girmeyiniz ve veba olan bir yerden başka bir yere gitmeyiniz, oradan
kaçmayınız” buyurmuştu, dedi. Halife de: “Elhamdülillah, benim sözüm hadîs-i şerîfe uygun oldu” deyip
Şam’a girmediler. Veba bulunan yerden dışarı çıkmanın yasak edilmesine sebep, sağlam olanlar çıkın– 99 –
ca, hastalara bakacak kimse kalmaz, helâk olurlar, Vebalı yerde kirli hava, (yani mikroplu hava, veba
basilleri), herkesin içine yerleşince, kaçanlar hastalıktan kurtulamaz ve hastalığı başka yerlere götürmüş, bulaştırmış olurlar. Hadîs-i şerîflerde buyuruluyor ki; “Veba hastalığı bulunan yerden kaçmak,
muharebede kâfir karşısından kaçmak gibi, büyük günahtır.” Muhyiddin-i A’rabî: “Belâlardan, tehlikeden gücünüz yettiği kadar sakınınız. Çünkü takat getirilemeyen, dayanılamayan şeylerden uzaklaş-
mak Peygamberlerin âdetidir” buyurmaktadır.
Hz. Abdurrahman bin Avf, Resûl-i Ekrem’in en yakın Eshâbındandı. O’nun Resûl-i Ekrem’e muhabbeti, hizmeti, O’nun yolunda fedâkârlığı bitip tükenmezdi. Uhud muharebesinde Resûlullahı müdafaa
için kendisini nasıl fedâya hazır olduğu, aldığı yaralardan anlaşılmaktadır. Hz. Abdurrahman kendisi
naklediyor:
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) yola çıktılar, kendilerini takib ettim. Hurmalık bir yere girdiler ve yere
kapanarak secdeye vardılar. Bu secdeleri o kadar uzadı ki, kendi kendime, Aman Yâ Rabbî! dedim. Acaba Resûl-i Ekrem’e bir hal mi oldu? diyerek büyük bir korku ile ilerledim. Kendisine yaklaştım ve yanı-
na oturdum. Resûl-i Ekrem başlarını kaldırdılar. “Sen kimsin” buyurdular. “Ben Abdurrahman’ım”
dedim. “Bir şey mi oldu?” buyurdular. Hayır, yâ Resûlallah secdeye kapandınız ve secdeniz o kadar uzadı ki size bir hal olmasından endişe ettim. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) buyurdu ki: “Cibrîl-i Emin geldi,
şunu müjdeledi: “Yâ Muhammed! Kim ki, sana, salât ve selâm getirirse Cenâb-ı Hakkın mağfiret
ve selâmına nâil olur” dedi. Ben de bu müjdeye karşı secde-yi şükrana kapandım.
Hz. Abdurrahman bin Avf, Resûlullahın âhirete teşriflerinden sonra O’nunla geçirdiği günleri hatırlayarak daima ağlar. O’nun sohbetinden mahrum olduktan sonra kendisi için dünyânın hiçbir kıymeti
kalmadığını söylerdi.
Hz. Âişe’nin (r.anha) bildirdiğine göre, Resûlullah hanımlarına: “Benden sonraki haliniz beni dü-
şündürüyor. Benden sonra ne olursunuz, insanlar size nasıl davranırlar. Sizin geçiminizi üslenecek olanlar sabırda kâmil olan ve sıddîklığı huy edinenlerdir.” buyurdu. Hz. Aişe der ki, “Resûlullah
sabır ediciler ve sıddîklar” sözünden, sadaka verenler ve iyilik edenleri kastetmiştir. Çünkü sözün akışı,
hanımlarının geçimi ile ilgili idi. Sonra Hz. Âişe Ebû Seleme bin Abdurrahman’a, (Abdurrahman bin
Avf’ın oğlu olup, Tâbiînin büyüklerinden olan Ebû Seleme’ye) teşekkür ve kadirşinaslık olarak: “Allahü
teâlâ babanı Cennetteki Selsebil pınarlarından içirsin” diye duâ etti. Çünkü Abdurrahman bin Avf (r.a.)
mü’minlerin annesi olan Resûlullahın hanımlarına çok iyilik ve ikrâmda bulunurdu. Bir bağını kırkbin altı-
na satıp, hepsini onlara hediye etmişti.
Hz. Ömer: “Abdurrahman müslümanların büyüklerinden biridir” buyurdu. Hz. Ali ise Resûlullahdan
duydum. Abdurrahman bin Avf’a: “Göktekiler ve yerdekiler katında sen emînsin” buyurdu.
Hz. Abdurrahman son derece kerîm idi, cömertti. O’nun serveti arttıkça, cömertliği de o nisbette
artmaya devam ediyordu. Berâe sûresi nazil olup Eshâb-ı kirâm sadaka ve hayrata teşvik olundukları
zaman, Hz. Abdurrahman malının yarısı olan 4 bin dirhemi hemen dağıtmış ve binlerce altınını hayır
işlerine vakfeylemişti.
Hz. Abdurrahman, servetiyle birçok köleleri azad ettirmiş, bunlar için binlerce dinar sarf etmişti. Hz.
Abdurrahman servet sahibi olmasının ona ahirette bir noksanlık vermemesini düşünüyordu. Onun için
bir gün, Hz. Ümmü Seleme’ye şu sözleri söylemişti: “Malın çokluğu helake sebep olur. Bundan endişe
ediyorum” Hz. Ebû Seleme ise ona şu cevabı vermişti: “Fakat Allah yolunda sarf olunan mal böyle de-
ğildir.”
Nevfel bin İyas el-Hüzeli anlatır: Abdurrahman bin Avf bizimle oturuyordu. Ne hoş sohbet bir zât idi. Birgün bizi evine götürdü. Bize bir tepsi getirdi. İçinde ekmek ve et vardı. Ağladı. Ey Ebû Muhammed,
seni ağlatan nedir? dedik. Dedi ki: “Resûlullah vefât etti, fakat kendisi ve ehli arpa ekmeğinden bir defa
olsun doyunca yemedi. Biz sonumuzun hayırlı olup olmıyacağını bilmiyoruz.”
Resûlullah efendimiz: “Abdurrahman bin Avf, Cennete emekliye emekliye girer” buyurdu. Bunu duyduktan sonra hep korkardı. Resûlullahın huzuruna vardı ve: “Allaha karz-ı hasen (borç) ver! Bu
sayede ayakların çözülür” emrini aldı. Sonra Cebrâîl aleyhisselâm geldi. Resûlullaha şöyle dedi: “İbni
Avf’e söyle, misafir ağırlasın. Fakîrleri doyursun! Kendisinden birşey isteyen muhtaçları boş çevirmesin!
Bunları yaparsa içinde bulunduğu durumuna (yani zenginliğinin hakkını vermeğe) keffaret olur.”
Dûmet-ül-cendel’e giden orduya, Resûlullah’ın emriyle kumandanlık yaptı. Hicretin altıncı yılında
Şaban ayında gönderilmiştir. Dûmet-ül-cendel, Tebük şehrinin yakınında olup büyük bir panayır ve ticâ-
ret merkezi idi. Abdullah bin Ömer der ki; “Resûlullah efendimiz Abdurrahman bin Avf’ı (r.a) yanına çağı-
rıp ona: “Hazırlan! Ben, seni bugün veya yarın sabah inşaallah, askerî birliğin başında göndereceğim” buyurdu. Sabah namazını mescidde kıldıktan sonra Peygamberimiz, geceleyin Dûmet-ülCendele hareket etmesini ve oranın halkını İslâmiyyete davet eylemesini Abdurrahman bin Avf’a emretti
ve buyurdu ki: “Cenâb-ı Hak sana Dûmen’in fethini nasîb ederse, ileri gelenlerinden birinin kızı ile – 100 –
evlen!” Bu ordu yediyüz kişi idi. Bunlar seher vakti, Medine dışında, Cürüfteki karargahlarında toplandı-
lar. Peygamberimiz, Addurrahman bin Avf’ın geri kaldığını görünce: “Arkadaşlarından niçin geri kaldın?” diye sordu. Abdurrahman bin Avf: “Yâ Resûlallah, en son görüşmemin, konuşmamın sizinle olmasını istedim. Yolculuk elbisem üzerimdedir” dedi.
Hz. Abdurrahman bin Avf, başına siyah, pamuklu kalın bezden gelişi güzel bir bez sarmıştı. Peygamberimiz onu önüne oturtturup, sarığını eliyle çözüp tekrar sardı. Sarığın ucunu onun omuzunun ortasından sarkıttı. Ve “Ey İbni Avf! İşte sarığını böyle sar!” buyurdu. Daha sonra Resûlullah efendimiz
eline bir sancak vererek ve “Ey İbni Avf! Hepiniz Allah yolunda harp ediniz. Allah’a karşı küfür edenlerle çarpışınız!” buyurarak onu uğurladı.
Abdurrahman bin Avf Medine’den hareket edip, Dûmet-ül-Cendel’e gelince üç gün kaldı. Halkı
İslâmiyete davet etti. Onlar “Biz kılıçtan başka bir şey vermeyiz” dediler. İslâmiyeti kabul etmekten ka-
çındılar. Daha sonra Asbağ bin Amr el-Kelbî, müslüman oldu. Kendisi Hıristiyan olup Dümet-ül-Cendel
halkının kralı idi. Asbağ müslüman olduktan sonra kavminden çok kimseler de müslüman oldular.
Abdurrahman bin Avf, durumu Peygamber efendimize mektûb yazarak bildirdi. Bu yazıyı Râfi bin
Mükeys’le Medine’ye gönderdi. Peygamberimiz mektuba verdiği cevapta Asbağ’ın kızı Tümâdır’la evlenmesini yazdı. Bunun üzerine Abdurrahman bin Avf, Tümadır’la evlendi. Daha sonra birliğinin başında,
yeni zevcesi Tümadır’la Mekke’ye döndü. Tümadır, Abdurrahman bin Avf’ın oğlu Ebû Seleme’nin annesidir. Ebû Seleme, büyük fıkıh âlimlerindendir.
 1) Tabakât-ı İbn-i Sa’d, cild-3, sh-87
 2) Herkese Lâzım Olan İmân sh-98
 3) Üsûd-ül-gâbe, cild-3, sh-313
 4) El-Îsâbe, cild-2, sh-416
 5) El-İstiâb, cild-2, sh-393
 6) Metâli-ün-nücüm, cild-1, sh-239
 7) Kâmûs-ul-a’lâm, cild-4, sh-3072
 3) Müsned-i Ahmed bin Hanbel, cild-1, sh-190
10) Buhârî Fedâil-üs-sahabe
11) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh-978


HZ. ÖMER-ÜL-FÂRÛK:



HZ. ÖMER-ÜL-FÂRÛK:

Hz Ebû Bekir’den sonra Eshâb-ı kirâmın en büyüğü ve Peygamberimizin ikinci halifesi. Hülefa-i
Raşidinden ve Aşere-i mübeşşereden yani Cennetle müjdelenen on kişiden biridir. Hicretten kırk sene
önce Mekke’de doğdu. Dokuzuncu dedesi olan Ka’b’da soyu Peygamberimizin (s.a.v.) soyu ile birleşir.
Babası Hâttâb Kureyş kabilesinin ileri gelenlerinden, annesi Hanteme bint-i Hişam Ebû Cehil’in
kızkardeşi idi. Künyesi Ebû Hafs’dır.
İslâmdan önceki Mekke toplumunda doğup büyüyen Hz. Ömer nesep ilmini, (soy kütüğü) iyi bilirdi.
Gençliğinde ata biner ve güreş yapardı. Babasının koyunlarını güderdi. Daha sonra ticâretle meşgul
olmuş ve çeşitli memleketlere gitmiştir. Aynı zamanda Kureyş’in sefiri yani elçisi idi. Hicaz bölgesinin o
zaman en meşhûr ve en büyük panayırı olan Ukaz panayırında defalarca güreşte birinci oldu. Ayrıca
hitâbetinin üstünlüğü ve ata binmekteki mahareti ile meşhûr olmuştur. Eğere dokunmadan ata binerdi.
Sol elini sağ eli gibi iyi kullanırdı. Çok heybetli, cesur ve çok kuvvetli idi. Edebinden, hayasından
Resûlullahın huzurunda o kadar yavaş konuşurdu ki, Peygamberimiz (s.a.v.) “Yüksek söyle yâ Ömer
işitemiyorum” buyururdu.
Peygamberimiz (s.a.v.) bir gün gördü ki Hz. Ömer ile Ebû Cehil bir yerde oturmuşlar, gizli gizli bir
şeyler konuşuyorlardı. O gece Resûlullah (s.a.v.) “Yâ Rabbî bu İslâm Dinini Ömer ile yahut Ebû Cehil
ile kuvvetlendir” diyerek duâ etti. Peygamberimizin (s.a.v.) duâsı üzerine Hz. Ömer müslüman olmakla
şereflendi.
Hz. Ömer’in Müslüman Olması: Bi’setin yani Resûlullaha (s.a.v.) peygamber olduğunun bildirildiği günün altıncı yılında, Resûlullahın amcası Hazret-i Hamza îmâna gelince, müslümanlar çok kuvvetlendi. Çok sevindiler. Bu iş Kureyş kâfirlerine güç geldi. İleri gelenleri toplandılar: (Muhammedin adamları çoğalıyor. Bunu önlemeğe çare bulalım) dediler. Her biri birşey söyledi. Ebû Cehil (Muhammed’i öldürmekten başka çâre yoktur. Bunu yapana şu kadar deve, bu kadar da altın veririm) dedi. Ömer bin
Hâttâb yerinden fırladı. (Bu işi, Hâttâb oğlundan başka yapacak yoktur) dedi. Onu alkışladılar. (Haydi
Hâttâb oğlu! Görelim seni) dediler. Kılıncını çekerek yola düştü. Nu’aym bin Abdullah’a rastladı. (Bu şiddet, bu hiddetle nereye yâ Ömer?) dedi. O da (Millet arasına ikilik sokan, kardeşi kardeşe düşman eden
Muhammed’i öldürmeğe gidiyorum) dedi. (Ya Ömer! Güç bir işe gidiyorsun. O’nun Eshâb’ı çevresinde,
pervane gibi dolaşıyor. O’na birşey olmasın diye titreşiyorlar. O’na yaklaşmak çok zordur. O’nu öldürsen
bile Abdulmuttaliboğullarının elinden yakanı nasıl kurtarabilirsin?) dedi. O’nun bu sözlerine çok kızdı.
(Yoksa, sende mi onlardan oldun? önce senin işini bitireyim) diye, kılınca sarıldı. (Yâ Ömer! Beni bırak!
Kardeşin Fâtıma ile, zevci Sa’îd bin Zeyde git ki, ikisi de müslüman oldu), dedi.
Onların müslüman olduğuna inanmadı. (Eğer inanmazsan, git sor! Anlarsın) dedi. Bu işi başarırsa,
din ayrılığı ortadan kalkacak, fakat Arapların âdeti olan kan davası hâsıl olacaktı. Kureyş ikiye bölünecek. Birbiri ile çarpışacaktı. Böylece, değil yalnız Ömer bin Hattâb, bütün Hattâboğulları öldürülecekti.
Fakat Ömer bin Hâttâb çok kuvvetli, cesur ve öfkeli olduğundan bunları düşünememişti. Kardeşini merak edip hemen evlerine gitti. O anlarda (Tâhâ) sûresi yeni gelmiş, Sa’îd ile Fâtıma, bunu yazdırıp,
Habbâb bin Eret adındaki sahâbîyi evlerine getirmiş, okuyorlardı. Ömer bin Hâttâb, kapıdan bunların
sesini duydu.
Kapıyı çok sert çaldı. O’nu, kılıç belinde, kızgın görünce, yazıyı sakladılar. Habbâb’ı gizlediler.
Sonra kapıyı açtılar. İçeri girince (Ne okuyordunuz?) dedi. (Birşey yok) dediler. Kızması artarak, (işittiğim
doğru imiş, siz de O’nun sihrine aldanmışsınız), dedi. Sa’îd’i yakasından tutup, yere atdı. Fâtıma kurtarayım derken, onun yüzüne de öfkeli bir tokat indirdi. Yüzünden kan akmaya başladığını görünce, kardeşine acıdı. Fâtıma’nın canı yandı. Kana boyandı ise de, îmân kuvveti, kendisini harekete getirip,
Allahü teâlâya sığınarak, (Yâ Ömer! Niçin Allah’dan utanmazsın? Âyetler ve mu’cizeler ile gönderdiği – 72 –
Peygambere inanmazsın? işte ben ve zevcim, müslüman olmakla şereflendik. Başımızı kessen, bundan
dönmeyiz) dedi ve kelime-i şehâdeti okudu. Hz. Ömer, yere oturdu. Yumuşak sesle, (Hele şu okuduğunuz kitabı çıkarınız) dedi. Fâtıma, “Sen abdest veya gusül abdesti almadıkça onu sana vermem” dedi.
Hz. Ömer abdest aldı. Ondan sonra Kur’an sahifesini Fâtıma getirdi. O’na verdi. Hz. Ömer, güzel okuma
bilirdi. Tâhâ sûresini okumağa başladı. Kur’ân-ı kerîmin fesahati, belâgatı, mânâları ve üstünlükleri kalbini çok yumuşattı. (Göklerde ve yer yüzünde ve bunların arasında ve toprağın altındaki şeyler hep
O’nundur) âyetini okuyunca, derin derin düşünceye daldı. (Yâ Fâtıma! Bu bitmez tükenmez varlıklar,
hep sizin tapdığınız Allahın mıdır?) dedi. Kardeşi (Evet, öyle ya! Şüphe mi var?) dedi. (Yâ Fâtıma! Bizim
binbeşyüz kadar altundan, gümüşten, tunçdan, taşdan oymalı, süslü heykellerimiz var. Hiçbirinin, yeryü-
zünde bir şeyi yok!) diyerek, şaşkınlığı arttı. Biraz daha okudu. (O’ndan başkasına, tapılmaz, bel
bağlanmaz. Herşey, ancak (O’ndan beklenir. En güzel isimler O’nundur) âyetini düşündü. (Hakikaten, ne kadar doğru) dedi. Habbâb bu sözü işitince, yerinden fırladı. Tekbîr getirdikten sonra, (Müjde yâ
Ömer! Resûlullah Allahü teâlâya duâ ederek, (Yâ Rabbi! Bu dinî, Ebû Cehil ile yâhud Ömer ile kuvvetlendir) buyurdu. İşte bu devlet, bu se’âdet sana nasip oldu) dedi. Bu âyet-i kerîme ve bu duâ,
Ömerin kalbindeki düşmanlığı sildi, süpürdü. Hemen, (Resûlullah nerede?) dedi. Kalbi, Resûlullahın
sevgisi ile yanmağa başladı. O gün, Resûl-i ekrem (s.a.v.) Safa tepesi yanında, Erkam’ın evinde
Eshâbına nasîhat veriyordu. Eshâb-ı kirâm toplanmış, onun nurlu cemâlini görmekle, tatlı tesirli sözlerini
işitmekle kalblerini cilalıyor, ruhlarını ferahlatıyorlardı. Sonsuz lezzet, zevk ve neşe içinde halden hale
dönüyorlardı. Hz. Ömer’i buraya getirdiler. O’nun kılıçla geldiği görüldü. Heybetli, kuvvetli olduğundan,
Eshâb-ı kirâm, Resûlullahın etrafını sardı. Hazret-i Hamza (Ömer’den çekinecek ne var, iyilik ile geldi
ise, hoş geldi. Yoksa o kılıncını çekmeden ben onun başını yere düşürürüm) derken, Resûlullah (Yol
verin, içeri gelsin!) buyurdu. Biri sağında, biri solunda, ötekiler tetikte olarak içeri girdi. Cebrâil (a.s.)
daha önce Hz. Ömer’in îmân ettiğini, yolda olduğunu haber vermişti. Resûlullah, Hz. Ömer’i tebessüm
buyurarak karşıladı ve (Bırakınız, yanından ayrılınız) buyurdu. Bırakdılar, Resûlullahın önünde diz
çökdü.
Resûlullah Hz. Ömer’i kolundan tutup (İmâna gel yâ Ömer!) buyurdu. O da temiz kalb ile kelime-i
şehâdeti söyledi. Eshâb-ı kirâm, sevinçlerinden yüksek sesle tekbir getirdi. O zamana kadar gizli îmâna
gelirlerdi. Hz. Hamza’nın ve üç gün onra Hz. Ömer’in müslüman olması ile, müslümanlar kuvvetlendi.
Hz. Ömer Kardeşlerimiz ne kadardır?) dedi. (Seninle kırk olduk) dediler. (Öyle ise, ne duruyoruz? Haydi
çıkalım, Harem-i şerîfe gidelim. Açıkça okuyalım!) dedi. Resûlullah kabul buyurdu. Önde Hz. Ömer, sonra Hz. Ali, ondan sonra Resûlullah, sağında Hz. Ebû Bekir, solunda Hz. Hamza, arkasında öteki
Sahâbîler yürüyerek Harem-i şerîfe gittiler. Kureyşin ileri gelenleri, orada Hz. Ömer’den müjde
bekliyorlardı. Ömer, Muhammedîleri toplamış getiriyor dediler. Sevindiler. Ebû Cehil, zekî, cin fikirli oldu-
ğundan, bu gelişi beğenmedi. İleri varıp (Yâ Ömer! Bu ne?) dedi. Hazret-i Ömer hiç aldırış etmeden
(Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden Resûlullah) dedi. Ebû Cehil, ne diyeceğini
şaşırdı. Dona kaldı. Hazret-i Ömer bunlara dönerek, (Beni bilen bilir. Bilmeyen bilsin ki, Hattâb oğlu Ö-
mer’im. Karısını dul, çocuklarını yetim bırakmak isteyen, yerinden kıpırdasın!) dedi. Hepsi geriye çekilip
dağıldılar. Ehl-i İslâm, Harem-i şerîfde saf olup, yüksek sesle tekbir aldı. İlk olarak meydanda namaz
kıldılar. Hazret-i Ömer, o günden sonra dayısı Ebû Cehle ve kâfirlerin ileri gelenlerine meydan okudu.
Hz. Ömer müslüman olunca “Ey Peygamberim sana Allah ve mü’minlerden, senin izinde gidenler yetişir.” meâlindeki Enfâl sûresi altmışdördüncü âyeti indi. Hz. Ömer müslüman olduktan sonra
hicrete kadar Resûlullah’ın (s.a.v.) yanından ayrılmadı. O da diğer müslümanlarla birlikte İslâmiyetin
yayılmasında hizmet etti. Müşriklerin safha safha ilerlettikleri düşmanlıkları ve işkenceleri karşısında
dikilip kahramanca mücadele etti.
Eshâb-ı kirâm Mekke’den Medine’ye gizli hicret ederken Hz. Ömer açıkça hicret etti. Hicreti şöyle
oldu. Kılıcını kuşandı, yanına oklarını ve mızrağını alıp Kâ’be’yi açıkça 7 defa tavaf etti. Orada bulunan
müşriklere yüksek sesle şunları söyledi: “İşte ben de dinimi korumak için Allah yolunda hicret ediyorum.
Karısını dul çocuklarını yetim bırakmak, anasını ağlatmak isteyen varsa önüme çıksın.” Böylece yanında
20 müslüman ile açıkça Medine’ye hicret etti. Medine’ye daha önce varıp Resûlullah’ın (s.a.v.) teşrif
etmekte olduğunu müjdeledi. Kuba’ya yerleşip Peygamberimizi karşıladı. Hicretten sonra Eshâb-ı kirâm
arasında yapılan kardeşlikte Hz. Ömer de Utban İbni Mâlik ile kardeşlik kurmuştu. Hergün biri nöbetleşe
Resûlullahın huzurunda bulunur, duyduklarını birbirine naklederlerdi.
Abdullah bin Zeyd bin Sa’Iebe ve Hz. Ömer rüyada ezan okunmasını görüp Peygamberimize
(s.a.v.) söylediler. Resûlullah (s.a.v.) bunu beğenip namaz vakitlerinde okunmasını emir buyurdu.
Hz. Ömer bütün savaşlarda bulundu. Bedir ve Uhud savaşında devamlı Resûlullahın (s.a.v.) yanında bulundu. Bedir savaşına Kureyş’in bütün kabileleri iştirak ettiği halde, Benî Adîy kabilesi Hz. Ö-
mer’in korkusundan savaşa iştirak etmemiştir. Bu savaşa Hz. Ömer’in kabilesinden sadece 12 kişi iştirak
etmiştir. Hz. Ömer bu savaşta Kureyş’in kumandanlarından olan dayısı Âs bin Hâşim’i kendi eliyle öldürmüştür. – 73 –
Uhud savaşında ise Resûlullah’ın yanından bir an dahi ayrılmamıştır. Uhud’da müslümanları arkadan çevirmek isteyen müşrikleri geri püskürtmüş idi. Hendek savaşında hendeğin önemli bir yerini emrindeki askerlerle tutmuş, hücum eden düşmana mâni olmuştur. Hayberin fethinden sonra askerler arasında taksim edilen araziden kendine düşen kısmı vakfetti. Bu ilk vakıflardan biri oldu. Mekke’nin fethinde de bulundu. Mekke’nin fethinden sonra yapılan Huneyn savaşına katıldı. Tebük seferinde bütün malının yarısını orduya verdi. Hendek Savaş’ından sonra Peygamberimiz (s.a.v.) Hz. Ömer’in kızı Hz.
Hafsa ile evlendi. Böylece Resûlullah’ın akrabası olmakla şereflendi. Veda Haccında da bulunan Hz.
Ömer, Resûlullahın (s.a.v.) vefâtından sonra Hz. Ebû Bekir’e devamlı yardımcı oldu.
Hz. Ebû Bekir’in halife seçilmesinde ilk bîat eden Hz. Ömer’dir. Bundan sonra da her işinde halifeye yardım edip, vefâtına kadar O’nun hizmetinde bulundu. Üsâme ordusunun Suriye’ye gönderilmesinde, irtidat (dinden dönme) olaylarının önlenmesinde büyük hizmetler yaptı. Hz. Ebû Bekir devrinin Beyt-
ül-mal emini, yani mâliye vekili Hz. Ömer idi. Bu hususta da adaletle hizmet etmiştir. O zaman henüz
toplanmamış sahifeler halinde bulunan Kur’ân-ı kerîm’in bir kitap haline getirilip iki kapak arasında toplanmasını ilk önce Hz. Ömer istemiştir. Bu hususta Hz. Ebû Bekir ile görüştükten sonra, Hz. Ebû Bekir
Kur’ân-ı kerîm âyetlerini kitap halinde bir araya toplattı. Hz. Ebû Bekir vefâtına yakın, Eshâb-ı kirâmın
(r.a.) ileri gelenlerini çağırıp görüştükten sonra, Hz. Ömer’i halife tayin etti. Hz. Osman’ı çağırarak yaz
buyurdu. O da yazmağa başladı. Önce besmele yazıldı. Sonra: “Bu Allah’ın Resûlünün (s.a.v.) halifesi
Ebû Bekir’in dünyâdaki son günü, ahiretteki ilk gününün vasiyetidir.” (Ben Ömer İbni Hattâb’ı halife seç-
tim. O’nu dinleyin. O’na itâat edin! Hayrı araştırmada kusur etmedim. Eğer sabır ve adalet eylerse beni
tasdîk etmiş olur.. Yanılmışsam gaybı ancak Allah bilir. Ben hayrı istedim…) yazdırdı. Hz. Ebû Bekir
kendinden sonra Hz. Ömer’i halife seçtiğini Eshâb-ı kirâma bildirip yazdırdığı vasiyyetini de okuyunca
Eshâb-ı kirâm “Kabul ettik ve itâat ettik” dediler.
Hz. Ömer hicretin onüçüncü yılında halife oldu. Kendisine bîat edildiği ilkgün hutbeye çıktı. Allahü
teâlâ’ya hamd u senâ’dan sonra buyurdu ki: “Hicaz size yerleşilecek bir yer değildir. Ancak hayvanlar
için otlak arayacak bir yurttur. Hicaz’ı, Hicazlılar; ancak bu şekilde tutabilirler. Yani Hicaz’ın korunması
için seferler ederek kendilerine otlak aramaları gerekir. Allah’ın va’dini getireceği zamanlarda Muhacirler
nerede? Allah’ın size miras bırakmak üzere va’d ettiği yerlere yürüyünüz. Yüce Allah, Kur’ân-ı kerîm’de
İslâm dinini öteki dinler üzerine üstün kılacağını va’d ettiğinden dinini yükseltecek ve dine yardım edenleri sevinçli kılacaktır. Allah’ın salih kulları nerede?” Hz. Ömer hutbesini bitirince Eshâb-ı kirâm hep birden Cihad arzusuyla yanmaya başladı ve Irak taraflarına Cihada gittiler.
Hz. Ömer ilk defa Emîr-ül-Mü’minîn ismini aldı. On sene altı ay ve yedi gün dünyâda hiç görülmemiş bir adaletle halifelik yaptı. Halifeliği sırasında o zamanın iki büyük devleti olan Bizans ve Sâ’sâni
İmparatorluklarının hâkimiyeti altında bulunan Suriye, Filistin, Mısır, Irak ve İran’ı İslâm Devleti’nin sınırları içine aldı. Zamanında 1036 büyük şehir zapt edildi. Dörtbin Câmi yapıldı. Dörtbin kilise harap oldu.
Kuzey Afrika’dan Türkistan’a Azerbaycan’dan Yemen’e kadar uzanan ve iki milyon kilometre kareden
büyük olan İslâm Devleti’ni, kurduğu mükemmel müesseselerle gayet muntazam bir şekilde idare etti.
Yemen Nerân’ındaki Yahudileri Irak Necran’ına yerleştirdi ve onlara emân verdi. Devleti idâri bölgelere
ayırdı. Bu bölgelerin en başta gelenleri Hicaz, Suriye El-Cezîre, Basra, Kûfe, Mısır, Filistin, İran, Horasan ve Kirman bölgeleri idi. Her bir idâri bölgenin başına bir vali tayin etti. Tayin ettiği Valilere “Sizi insanlara tahakküm etmek, saltanat sürmek, zorbalık yapmak için tayin etmedim. Siz hidâyete götüren
rehber olacaksınız. Müslümanlar size uyacaktır. Binaenaleyh müslümanların hukukunu gözetiniz. Müslümanları dövmeyiniz ki, zillete duçar olmasınlar. Onları haksız yere methetmeyiniz ki, şımarmasınlar.
Kapılarınızı yüzlerine kapatmayınız ki, kuvvetliler zayıfları ezmesinler. Kendinizi müslümanlardan üstün
görmeyiniz ki, zulme duçar olmasınlar” diye nasîhat ederdi. Hz. Ömer valilerinden, kadılarından ve diğer
istihdam ettiği memurlarından mal beyannâmesi isterdi. Onlara dolgun maaş verirdi. Valilerin aylık maa-
şı 1000 dinar idi. Valiler hakkında yapılan şikâyetleri tahkik ederdi. Bu tahkikatı Muhammed bin
Mesleme tarafından yaptırırdı. Bölgeleri de vilâyet, nahiye, kasaba merkezlerine ayırdı. Buraların idaresini verdiği valilerin, memur ve diğer görevlilerin seçiminde ve denetiminde son derece titiz davranırdı.
Davalara bakması için mahkemeler, adlî teşkilâtlar, suç ve zabıta işlerine bakan, satıcıları kontrol eden,
halkın birbiriyle olan günlük münasebetlerini düzenleyen teşkilâtlar kurdu. Beyt-ül-mal için ayrı bir yer ve
yürütülmesini sağlayacak memurlar tayin edildi. İlk defa para bastırdı. Yollar, köprüler inşaa edilip, su
kanalları açılmıştı. Mekke’de hacılar için, yollar boyunca misafirhaneler, hanlar yapılıp, kuyular açılmıştı.
Yeni feth edilen bölgelerde yerleşim merkezleri kurulup buralar imâr edildi. Yazılı muamelelerde karışıklığı önlemek için Peygamberimizin (s.a.v.) hicreti başlangıç olan takvim kararlaştırıldı.
Sevâd arazisi feth edilince Eshâb-ı kirâm’la istişare etti. Eshâb-ı kirâm’ın bazıları arazinin 1/5’i
Beyt-ül-mâle ayrıldıktan sonra, geri kalanın gazilere taksim edilmesini istiyorlardı. Hz. Ömer ise, Haşr
sûresi 7. 8. 9. 10. âyetlerini delil getirerek, “Eğer araziyi taksim edersem, sizden sonra geleceklere bir
şey kalmaz. Servet ve mal bir kaç kişinin arasında kalır.” dedi. Bundan sonra araziyi eski sahiplerine – 74 –
bıraktı ve haraç vergisi koydu. Bu haraç vergisinin miktarlarını tesbit etti. Yine O’nun zamanında
zımmîlerden alınan Cizye vergisinin miktarı daha sonraki asırlarda aynen tatbik edilmiştir.
Yine Eshâb-ı kirâma maaş verilmesi için bir dereceleme yapıp her birinin derecesi divan denilen
defterde tesbit edilmişti. Bunların saklandığı yere de divan adı verilmiştir. Ayrıca miskînlere, fakîr olanlara Beyt-ül-maldan un ve yiyecek verilmesi şeklinde nafaka bağlanmıştır.
Mısır valisi Âmr İbn-ül-Âs, Akdeniz’i Kızıldeniz’e bağlayacak bir kanal açmak için teşebbüse geç-
mek üzere izin istediğinde, Hz. Ömer ona gerekli izni vermiştir. İslâm’ın adaletini bütün dünyâya tanıtan
Hz. Ömer, ilmin yayılmasına, insanların eğitilmesine de büyük önem verir ve feth edilen yerlerde İslâmiyet’in yayılması, yeni kitlelere anlatılması için çok gayret sarf ederdi. Kur’ân-ı kerîm ve Hadîs-i şerîflerin
öğretilmesi için her tarafta okullar açılmış ve buralarda ders vermek üzere maaşlı muallimler tayin edilmişti. Hazret-i Ömer, insanların bilmedikleri meseleler, hükümler hakkında, malûmat elde edebilmeleri
için müftüler tayin etmişti. Herkes, muhtaç olduğu dîni, hukukî bilgileri müftülerden sorup Öğrenerek,
ona göre hareketini tanzim edebilirdi. Fetva ve insanları irşâd vazifesi, pek mühim olup, bunun ehli olmayan kimseler tarafından yapılması, fâide yerine zarar vereceğinden, Hz. Ömer müftüleri tayin eder,
kendisinin müsaadesini kazanamayanları fetvadan men’ ederdi. Zamanında fetva verme vazifesini gö-
ren zâtlar, Hz. Ali, Hz. Osman, Muâz bin Cebel, Abdurrahman bin Avf, Übey İbni Ka’b, Zeyd bin Sâbit,
Abdullah İbn-i Mes’ûd, Abdullah İbn-i Abbas, Cabir bin Abdullah, Ebû Hüreyre, Ebüdderda gibi Eshâb-ı
kirâmın büyükleri bulunuyordu. Hz. Ömer adli teşkilatın temellerini kurdu. Mahkeme usulünü tesbit etti.
Ebû Mûsâ Eş’arîye yazdığı aşağıdaki mektûb hukuk usûlü bakımından şaheserdir.
“Kaza Da’vâları hal ve değiştirmesi ve bozulması caiz olmıyan bir farizadır ve uyulması icâb eden
bir sünnettir. Bir hâdise (olay, vak’a) hakkında sana baş vurulunca, iki tarafın sözlerini güzelce dinle,
anla; bir hak ikrar ve itiraf edilince, hükme rabt et (bağla) tenfiz eyle, (hükmü yerine getir). Çünkü infaz
edilmiyecek olan hak bir sözün sadece söylenmesi fayda vermez. Karşında, meclisinde, adalet huzurunda insanları eşit tut. Tâ ki, mevki’ sahipleri senden tarafgirlik ümidine düşmesinler, zaif olanlar da
adaletinden me’yûs, kalben kırık olmasınlar.
Beyyine (delil) ve şahit getirme da’vâcıya yemin etmek de da’vâyı inkâr edene âittir. Yâni da’vâcı
şahid bulamazsa, isteği üzere da’vâlıya yemin tevcih edilir. Müslümanların arasında sulh yapılması caizdir. Ancak harâmı halâl, halâli harâm kılacak bir sulh caiz değildir. Dünkü gün vermiş olduğun bir hü-
küm, nefsine müracaatla, haklılığa, doğruluğa, yol bulduğun takdirde, seni hakka dönmekten men etmesin. Yâ’ni ictihâdın değişerek evvelce vermiş olduğun bir hüküm de isabetsizliğine kani’ olursan, o hükmün, benzeri bir hâdise hakkında yeni ictihâdına göre hüküm vermekliğine mâni’ olmasın. Çünkü hak
kadimdir. Hakka dönmek, bâtılda sebat etmekten hayırlıdır.
Kalbini çalıştırıp hükümlerini Kur’ân’da, Sünnette bulamadığın mes’eleler hakkında güzelce imâl-i
fikr et (düşün), sonra bu gibi şeylerin benzerini bul, bunları birbiriyle kıyâs et Bunlardan Hak teâlâya daha sevimli, daha yakın ve hakka, doğruya daha benzer olanı ihtiyar eyle (seç). Da’vâcıya, (beyyinesini
ikâme edecek kadar) bir müddet ver. Bu müddet içinde beyyinesini izhar ederse, hakkını alır; edemezse
aleyhine hüküm verilmesi icâb eder. Böyle bir müddet verilmesi, mazeret hususunda pek belîğ ve
şübhenin izâlesi, için de pek açık bir esastır.
Bütün müslümanlar, bir biri hakkında, âdildirler. Kazfden (Bir müslüman’a iftiradan dolayı) hakkında had cezası tatbik edilmiş olan, yahud velâ ve karabet sebebiyle (velilik veya akrabalık) kendisinde
menfeati celb, (çeken) mazarratı (zararları) def töhmeti bulunan veyahud yalan yere şâhidlikte bulundukları tecribe ile anlaşılan kimseler müstesna, bunlardan başkasının şehâdetleri kabul olunur. Çünkü Hak
teâlâ, sizin gizli işlerinizden (yüz çevirmiş) beyyineler sebebi ile sizden mes’uliyeti kaldırmışdır. Ya’nî
insanların gizli şeylerini araştırıp ona göre hüküm vermekle mükellef değilsiniz. Sizin yapacağınız şey,
beyyinelere göre hüküm yermektir. Dünyevi hükümler, zahire, görünene göredir. Bunlarda gizlilik açık
olanlara tâbidir. Uhrevî hükümlerde ise, gizliler asıldır, zevahir, serâire tâbidir.
Muhakeme esnasında, Hak teâlâ ve tekaddes hazretlerinin, kendisine sevâb vereceği ve ebedi
mükâfat ihsan buyuracağı hak mevkilerinde kızmaktan, sabırsızlıktan, kalb ızdırabından ve müteezzî
(üzülmekten) olmaktan hazer et-kaçın! Ya’nî muhakemeyi sabır ile, teenni ile yürüt. Her kim niyyetini
kendisi ile Allahü teâlâ arasında hâlis kılarsa, hak uğrunda kendi aleyhine de olsa, Hak teâlâ onun, kendisiyle insanlar arasında işlerine kifâyet eder, ya’nî onu korur, vereceği hükümden dolayı bir tehlûkeye
ma’rûz kalmaz. Herhangi bir kimse, meselâ hâkim, hilafını Allahü teâlânın bildiği bir sıfatla; ya’nî kendisinde gerçekten bulunmıyan bir fazîletle, bir husus ve samimiyetle insanlara karşı süslenecek olursa,
Allahü teâlâ onu, insanlar arasında rüsvâ eder. Çünkü Allahü teâlâ, ibâdetlerden, ancak halisane olanları kabul eder. Diğerlerini etmez. – 75 –
“Hak teâlânın dünyâda vereceği rızık ve rahmetinden, hazînelerinden ihsan buyuracağı mükâfat
hakkında ne düşünüyorsun? (Ya’nî bunun derecesi sonsuzdur. Ona göre hareket et. Hükmünde hak’dan
ayrılma, mükâfatını Cenâb-ı Hak’dan bekle.”
Yine Kâdı Şüreyh’e yazdığı mektubda da şöyle buyurdu: “Hükümlerini Kur’ân-ı kerîm’e istinad ettir.
Şayet orada istediğini bulamazsan hadîs-i şerîflere müracaat et. Orada da istediğini bulamazsan icma-i
ümmet’e göre hüküm ver. Bu da seni tatmin etmezse ictihâd et.” Bu sözüyle ehl-i sünnetin temel delillerini ortaya koymuş oluyordu.
Hz. Ömer bir defasında at satın almak istemişti. Atı tecrübe etmek için bir biniciye vermiş, at da binici tarafından kazaya uğratılmıştı. Hz. Ömer atı almaktan vazgeçerek sahibine iade etmek istedi. Fakat
atın sahibi râzı olmadı. Bu mesele Kâdı Şüreyh’e intikal etti. Kâdı Şüreyh şu hükmü verdi. “Şayet at sahibinin rızası ile tecrübe edildiyse sahibine iade edilebilir. Aksi takdirde iade edilmez.” Hz. Ömer “Hak ve
Adalet budur” buyurdu ve atın bedelini verdi.
Hz. Ömer çok âdil, âbid, çok merhametli, aşağı gönüllü olup, fakîrlerle yaşar idi. Diğer bir hizmeti
de müslümanların artmasıyla küçük gelmeye başlayan Mescid-i Harâm’ı ve Mescid-i Nebevî’yi genişletip
tamir ettirmesidir. Mescid-i Haram etrafına da duvar çektirdi.
Hz. Eslemî, Beyt-ül-mala bakmağa memur etmişti. Eslemî’den, Hazret-i Ömer Beyt-ül-maldan
birşeyler alıyor mu? diye sordular. İhtiyacı olduğu zaman borç alır, eline geçince öder, dedi. Hz. Ömer,
kuru arpa ekmeği yer, kalın kumaşlardan elbise giyerdi. Zamanında çok fetihler oldu. O’nun zamanında
sekizbin câmide Cum’a namazı kılınıyordu. Her nereye asker gönderse, zafer bulup, sağ salim olarak
ganimetle dönerdi. Ordusunun mağlup olduğu görülmemiştir. Çünkü çok hazırlıklı, tedbirli ve adaletli
hareket ederdi. Bu şanı, şöhreti O’nun yemesini içmesini değiştirmedi. Mübârek, kalbine kibir gelmedi,
büyüklenmedi. Sonu üzüntü, pişmanlık olan iş yapmadı. Kudüs’e giderken deveye kölesi ile nöbetleşe
biniyordu. Şehre girerken deveye binme sırası kölesine geldiği için devenin önünde yürüyordu. Kuvveti,
adaleti, askerleri üç kıtayı titreten İslâm halifesini görmeye gelenleri hayrette bırakmıştı. Kudüse geldi-
ğinde orada bir hutbe okudu ve buyurdu ki: “Hamd ve sena Allahü teâlâ’ya mahsustur. O her şeye kadirdir, dilediğini yapar. Allahü teâlâ, bizi İslâm dîni ile şerefli kıldı. Muhammed aleyhisselâm ile doğru
yolu gösterdi. Bizden dalâleti, sapıklığı kaldırdı. Buğz ve adavetten, ayrılık ve tefrikadan uzaklaştırdı. Ey
müslümanlar, bu büyük nimete hamd ediniz. Zira böyle yapmamız, nimetin artmasına sebep olur. Allahü
teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde buyuruyor ki: “Nimetlerimin kıymetini bilir, emrettiğim gibi kullanırsanız,
onları arttırırım. Kıymetini bilmez, bunları beğenmezseniz, elinizden alır, şiddetli azâb ederim”
Yine buyuruyor ki: “Allah’ın hidâyet ettiği kimse, o, doğru yol üzeredir. Şaşırttığı kimse için de,
asla doğru yolu gösterici bir yardımcı bulamazsın” (Kehf 17). Sîzlere kendisinden başka her şey fâni
olan, kendisi Baki olan, Allahü teâlâdan korkmanızı tavsiye ederim. O’na itâat eden evliyâsından olur.
O’na isyan edenin ahireti yok olur. Ey insanlar mallarınızın zekâtını veriniz, böylece kalblerinizi ve nefislerinizi temizlersiniz. Allah’tan başka hiç bir mahluktan karşılık ve teşekkür beklemeyiniz. Öğütlerimi iyi
anlayınız. Akıllı olan dinini muhafaza eder. Sa’îd olan başkasının nasîhat ve öğüdünü kabul eder.
İslâmiyete, Resûlullah’ın sünnetine yapışınız. Kur’ân-ı kerîm’in emirlerine uyunuz. Zira O’nda dertlere
deva ve sevâb vardır.”
Hz. Ömer öyle adaletli idi ki, kendi oğlu günah işleyince, Allahü teâlânın emri kadar had vurulmasını emretti. Ölünceye kadar bütün İslâm âleminin Resûlullah’ın (s.a.v.) zamanındaki gibi huzur, safa ve
rahatlık içinde yaşamasını temin etti.
Hz. Ömer zamanında ilk defa nüfus sayımı yapıldı. Çocuklara maaş verildi. Satıcıların, esnafın,
tüccarların müşterileri aldatmalarına mâni olmak için hisbe denilen belediye teşkilâtını kurdu. O’nun zamanında posta teşkilâtı geliştirildi. Geceleri bekçi koyup asayişin teminini ilk defa Hz. Ömer tatbik etti.
Mısır’dan Medine’ye deniz yoluyla ilk defa gıda maddeleri O’nun zamanında geldi. Makam-ı İbrâhîm’i
bugünkü yerine koydu. Hz. Ömer Hicretin 23. (m. 645) yılının son ayında Ebû Lü’lü Firuz adında Yahudi
bir köle tarafından namaz kılarken şehîd edildi. Bu köle Hz. Ömer’e gelip efendisinin kendinden aldığı
verginin çok olduğunu iddia etti. Hz. Ömer ona ne kadar vergi ödediğini ve ne iş yaptığını sordu. Marangozluk ve demircilik yaptığını, günde iki dirhem vergi ödediğini söyleyince, Hz. Ömer (Bu kazançlı mesleklere göre, senden alınan miktar fazla değildir) dedi. Adaletiyle de herkes tarafından takdir edilen Hz.
Ömer’in bu sözüne râzı olmayıp, düşmanlık gösteren Firuz, Hz. Ömer’e kastetmeyi plânladı. Hz. Ömer
ile görüştüğü günden bir gün sonra elbisesi içine bir hançer saklayıp, sabah namazı vaktinde mescide
girdi. Beklemeye başladı. Hz. Ömer safları düzeltip tekbir alarak namaza durur durmaz, Firuz yerinden
fırlayıp Hz. Ömer’e arka arkaya altı darbe vurdu. Darbelerden biri karnına isabet etti. Firuz bir kişiyi daha
yaralayıp kaçtı ve yakalanmadan önce intihar etti. Hz. Ömer evine kaldırıldıktan bir müddet sonra ayılıp
(Katilim kimdir?) dedi. Ebû Lü’lü Firuz olduğu söylenince (Allah’a şükürler olsun ki bir müslüman tarafından vurulmadım…) dedi. – 76 –
Hz. Ömer kendinden sonra halife olacak kimsenin tayini için Eshâb-ı kirâmdan, Cennet ile müjdelenenlerden altı kişiyi seçti. Bunlar (Hz. Osman, Hz. Ali, Zübeyr, Talha, Sa’d İbni Ebî Vakkas ve
Abdurrahman bin Avf (r.anhüm) idi. Bundan sonra oğlu Abdullah’a “Mü’minlerin annesi Hz. Âişe’ye git ve
O’na Ömer İbni Hattab’ın selâmını söyle, mü’minlerin emiri deme, ben bugün, mü’minlerin emiri değilim.
O’na Ömer, sahibinin yanına defn edilmek için izin istiyor de!” buyurdu. Abdullah bunu Hz. Âişe’ye söyleyince, Hz. Âişe “O yeri kendim için ayırmıştım, fakat gönül hoşluğu ile orayı Ömer’e (r.a.) veriyorum.”
dedi. Hz. Ömer bu haberi duyunca “Bu benim en büyük dileğimdi” buyurarak çok memnun oldu. Yaralandıktan yirmidört saat sonra vefât etti. Peygamberimizin (s.a.v.) yanına defn edildi. Şehîd olduğunda
63 yaşında idi. Her haliyle dost ve düşmanın hayran kaldığı adaleti dillere destan olan Hz. Ömer’in vefâtı
Eshâb-ı kirâmı ve diğer müslümanları son derece üzdü, mahzun etti. Hz. Ömer şehîd olunca Abdullah
İbni Ömer, Sahâbe-i kirâma dedi ki: (ilmin onda dokuzu, Ömer (r.a.) ile beraber öldü). Bazılarının bu
sözü anlamayarak durakladıklarını görünce (ilimden maksadım Allahü tââlâyı bilmektir. Diğer bilgiler
değildir.) dedi. Peygamberlerden sonra insanların en üstünü Hz. Ebû Bekir’dir. Ondan sonra Hz. Ö-
mer’dir. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Cebrâil (a.s.) bana gelip dedi ki “Ömer’in ölümü üzerine bütün
İslâm âlemi ağlayacaktır.”
Hz. Ömer çeşitli Hadîs-i şerîflerle meth edildi. “Ben Peygamberlerin sonuncusuyum. Benden
sonra Peygamber gelmeyecektir. Eğer benden sonra peygamber gelseydi, Ömer elbette peygamber olurdu.” Hadîs-i şerîfi yüksekliğini anlatmaya yetişir. Fazîletini, üstünlüğünü ve kıymetini bildirmek için hakkında din âlimleri ve müslüman olmayan kimseler tarafından ciltlerle kitap yazıldı. Hz.
Ömer’i metheden hadîs-i şerîflerin çoğunu Hz. Ali bildirmiştir. O’nu metheden hadîs-i şerîflerden bir kısmı şunlardır: Hz. Ömer, Umre için Resûlullahtan izin isteyince Resûlullah “Yâ ahi! (Ey kardeşim) du-
ânda bizi de unutma!” buyurdu.
Hz. Ömer îmân ettiği gün, Cebrâil aleyhisselâm geldi ve “Melekler birbirlerine Ömer’in Müslüman
olduğunu müjdelediler” dedi.
“Ömer Cennet ehlinin ışığı ve İslâm’ın nurudur.”
“Allahü teâlâ, hakkı Ömer’in diline ve kalbine yerleştirmiştir.”
“Şeytan, Ömer İbni Hattab’ı gördüğü zaman, heybetinden yüzüstü yere düşer.”
“Şu dört kişiyi ancak münafık olan kimse sevmez: Ebû Bekir, Ömer, Osman, Ali.
Hz. Ömer bütün ilimlerde Eshâb-ı kirâm’ın ileri gelenlerinden idi. Tefsîr ilminde çok yüksek idî.
Kur’ân-ı kerîmin tefsîrini bizzat Resûlullah’tan dinlemiş ve öğrenmiştir. Peygamber efendimizin devrinde
de kadılık yapardı. Eshâb-ı kirâm’ın müşkillerini hallederdi. Kur’ân-ı kerîm’in bir çok âyeti, O’nun
ictihâdına uygun olarak nazil olmuştur. Hz. Ömer fıkıh ilmine çok büyük hizmet etmiştir. Fıkıh usûlünün
birçok kaidelerini tesbit etmiş, Resûlullah’ın sünnetlerini itina ile tesbite çalışmış, kendisinden rivâyet
edilen fetvaların adedi binlere ulaşmıştır. Bu fetvaların 1000 kadarı fıkhın mühim meselelerinin temelini
teşkil etmiştir. Hz. Ebû Bekr zamanında açıklanmamış meselelerin hepsini bir icmâya bağlamıştır. Bunlarda hiçbir şüphe bırakmadı. Hz. Ömer’in bildirmediği meselelerde, o günden bu güne kadar söz birliği
olmadı. Hz. Ömer’in icmâ hususundaki bu gayreti, kıyâmete kadar gelecek İslâm âlimlerini güç durumdan kurtarmıştır.
Dört hak mezhebin hiç ihtilaf etmedikleri fıkıh ilmine dair bilgiler, Hz. Ömer zamanında icma edilen
meselelerdir. Hz. Ömer, Peygamber efendimizin hadîs-i şerîflerine en iyi vâkıf olanlardan idi. Hadîs-i
şerîf rivâyetinde çok titiz davranırdı. Resûlullah’a isnadı kuvvetli bir delil ile sabit olmayan hadîs-i şerîf ile
amel etmezdi. Bu sebeple Hz. Mu’âviye buyurdu ki: “Ömer bin Hattab’ın bildirdiği hadîslere iyi sarılınız.
Çünkü O, Resûlullah’ın söylemediği şeylerin hadîs diye nakledilmemesi için insanları korkutmuştur. Hz.
Ömer, Peygamber efendimizden (s.a.v.) 573 hadîs-i şerîf nakletmiştir. Onun rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden bir kısmı şöyledir:
Öyle bir gün idi ki, Eshâb-ı kirâmdan birkaçımız Resûlullah (s.a.v.) efendimizin huzurunda ve hizmetinde bulunuyorduk. O gün, o saat, öyle şerefli, öyle kıymetli ve hiç ele geçmez bir gün idi. O gün,
Resûlullahın sohbetinde, yanında bulunmakla şereflenmek, ruhlara gıda olan, canlara zevk ve safa veren cemâlini görmek nasîb olmuştu. O vakit, ay doğar gibi, bir zat yanımıza geldi. Elbisesi çok beyaz,
saçları pek siyah idi. Üzerinde toz toprak, ter gibi yolculuk alâmetleri görünmüyordu. Resûlullahın
(s.a.v.) Eshâbı olan bizlerden hiçbirimiz onu tanımıyorduk. Yani, görüp bildiğimiz kimselerden değildi.
Resûlullahın (s.a.v.) huzurunda oturdu. Dizlerini, mübârek dizlerine yanaştırdı. Ellerini Resûl-i ekrem
(s.a.v.) efendimizin mübârek dizleri üzerine koydu. Resûlullah’a (s.a.v.) sorarak yâ Resûlallah! Bana
İslâmiyet’i, müslümanlığı anlat dedi.
Resûl-i ekrem (s.a.v.) buyurdu ki, “İslâm’ın şartlarından birincisi Kelime-i şehâdet getirmek
(Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve Eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resûlüh) demektir. – 77 –
(İslâm’ın ikinci şartı) vakit gelince namazı kılmaktır. (Üçüncüsü) malın zekâtını vermektir.
(Dördüncüsü) Ramazan-ı şerîf ayında her gün oruç tutmaktır, (Beşincisi) gücü yetenin, ömründe
bir kere hac etmesidir.”
O zât Resûlullahdan bu cevapları işitince, (Doğru söyledin yâ Resûlallah) dedi. Biz dinleyiciler, onun bu sözüne şaşdık. Çünkü, hem soruyor, hem de verilen cevabın doğru olduğunu tasdîk ediyordu.
Bu zât yine sorarak yâ Resûlallah; îmânın ne olduğunu, hakikatini ve mahiyetini bana bildir dedi.
Resûlullah buyurdu ki, (Îmân, önce Allahü teâlâya inanmaktır” buyurdu, (Îmânın altı temelinden ikincisi) Allahü teâlânın meleklerine inanmaktır. (Üçüncüsü) Allahü teâlânın bildirdiği kitaplarına
inanmaktır. (Dördüncüsü) Allahü teâlânın peygamberlerine inanmaktır. (Beşincisi) Âhiret gününe
inanmaktır. (Altıncısı) kadere, hayır ve şerlerin Allahü teâlâdan olduğuna inanmaktır…” buyurdu.
Sonra O zât gitti. Ben uzun bir müddet Resûlullah’ın (s.a.v.) yanında kaldım. Bana buyurdu ki: “Yâ
Ömer o soranın kim olduğunu biliyor musun?” Ben Allah ve Resûlü bilir, dedim. Resûlullah (s.a.v.),
“O (Cibrîl) Cebrâil idi, Sizlere dîninizi öğretmek için geldi” buyurdu.
“İki Müslüman karşılaştıklarında, birbirlerine selâm vererek müsâfehalaşırsa, aralarına yüz
rahmet iner. Bunun doksanı, önce selâm verip müsâfehalaşana, onu ise müsâfeha eden ikinci
şahsadır.”
“Ya ma’rufu (iyiliği) emreder ve münkerden (kötülükten) nehyedersiniz, yahud Allahü teâlâ
sizin kötülerinizi size musallat eder. Sonra iyileriniz duâ etmeğe yönelir, fakat duâlar kabul olmaz.”
“Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse Cennete giremez”
“Eğer siz hakkıyla Allah’a tevekkül etseydiniz, kuşların rızkını verdiği gibi, sizin de rızkınızı
verirdi. Onlar sabah aç çıkar akşama tok olarak döner.” “İnsanlara karşı büyüklük taslayanı (kibirleneni) Allah zelîl kılar.” “Kimin niyeti dünyâlık olursa, Allahü teâlâ onun fahrini ve ihtiyaçlarını
gözünün önüne getirir ve en sevdiği şeyden onu uzaklaştırır. Her kimin de niyyeti âhıret olursa,
Allahü teâlâ zenginliği onun kalbine yerleştirir, kayıplarını bir araya toplar ve en çok kaçınacağı
şeyden onu uzaklaştırır.”
Hazret-i Ömer, halifeliği zamanında Bizans İmparatoruna elçi gönderip dîne davet etti. Bizans elçisi Medine-i münevvere’ye geldi Hazret-i Ömer ihtiyar bir kadının duvarını yaptırıyordu. Elçinin geldiğini
haber verdiler. Buraya gelsin buyurdu. Efendim, ellerinizi yıkayıp bir yere otursanız nasıl olur? dediler.
Kabul buyurmadı. Elçiyi çağırdılar. Arap padişahı bu mudur? Böyle olduğunu bilsem gelmezdim ve Bizans İmparatoru da beni göndermezdi dedi. Hazret-i Ömer çamurlu mübârek iki parmağı ile işaret ederek, eğer göndermeseydi, onun iki gözünü çıkarırdım buyurdu. Hazret-i Ömer, parmağı ile işaret edince,
iki çamurlu parmak gelip, Bizans İmparatorunun gözlerini kör eyledi. Parmakların çamuru gözlerinin üzerinde kaldı, silmek mümkün olmadı. Bir zaman sonra elçi dönünce İmparatorun gözlerinin kör olduğunu
gördü. Sebebini araştırdı. Hazret-i Ömer ile geçen hadîseyi de anlatınca hepsi hayret ettiler.
İran’a gönderdiği orduya kumandan tayin ettiği Hz. Sariye ordusu ile mağlup olmak üzere idi. Bu
sırada Hz. Ömer Medine’de Cuma hutbesi okuyordu. Hutbe arasında “Dağa yaslan yâ Sariye, dağa yaslan yâ Sariye” diye bağırdı. Sariye işitip ordusunu dağa çekti. Arkasını dağa verip bir cepheden düşman
ile karşılaşmak suretiyle zafere ulaştı. Hz. Ömer’in bu hadîseyi görmesi ve sesini duyurması onun kerâ-
metlerinden biridir.
Hz. Ömer zamanında bir ticâret kervanı gelip Medine’nin yakınında konaklamıştı. Çok yorgun oldukları için hepsi derin bir uykuya dalmıştı. Hz. Ömer bu kervandan haberdar olup, Eshâb-ı kirâmdan
Abdurrahman bin Avf’ı (r.a.) da yanına alıp, sabaha kadar kervanın etrafında dolaşarak onlara herhangi
bir zarar gelmemesi için bekledi. Kervanda bulunanlar ancak sabaha karşı bundan haberdar oldular.
Kendilerini bekleyen bu kişinin kim olduğunu merak ettiler. Sabaha karşı uzaklaşıp gittiklerini görünce
içlerinden biri takibe başladı. Hz. Ömer’in mescide girip namaz kıldırmasından sonra merakla bu zat
kimdir diye soran kimse, onun Müslümanların halifesi olduğunu öğrenip kervanda bulunanlara giderek
hâdiseyi anlattı. Kervandakiler onun Müslüman olmayanlara yardımı böyle olursa, kimbilir Müslümanlara
şefkati ve yardımı ne kadar çoktur. O’nun dîni gerçekten hak dindir, dediler. Daha sonra da Hz. Ömer’in
huzuruna gidip hepsi Müslüman oldular.
Hz. Ömer’in ordusunun İran’ı fethettiği gece Hz. Osman huzuruna girip selâm vermişti. Hz. Ömer
acele mektûb yazıyordu. Mektubu yazıp bitirince yanmakta olan lambayı söndürüp, başka bir lamba
yaktı.
Hz. Osman’ın selamına cevap verip konuşmaya başladıktan sonra, Hz. Osman lâmbayı söndürüp,
başka bir lâmba yakmasının sebebini sorunca, söndürdüğüm lamba Beyt-ül-malındır. Bana ait değildir. – 78 –
Onu Müslümanların işini görmek için yakmıştım, onların işini görmek için yazdığım mektûb bitti. Şimdi
seninle şahsi işim için konuşuyoruz, bunun için de kendime ait olan lambayı yaktım buyurdu.
Hz. Ömer, bir kaç bin askeri harbe göndermişti. Harbe gidenlerin evlerine adam gönderip, hallerini
sorması ve geceleri kendisinin şehri gezmesi adeti idi. Bir gece şehri dolaşıyordu. Bir evin önünden ge-
çerken, ağlayan bir kadın sesi duydu. Kulak verdi. Halife kocamı harbe gönderdi. Biz burada aç-susuz
kaldık. Yarın çocukları götürüp halifenin kapısına bırakacağım diyordu. Hz. Ömer dayanamadı. Gidip bir
miktar yağ ve bir çuval unu sırtına alıp, kadının evine getirdi. Âteş yakıp yemek pişirdi. Çocukları kaldırıp
yedirdi. Sonra kadından özür diledi. Şimdiye kadar sizin halinizi bilmiyordum. İhtiyacınız olursa, hemen
bize bildirin diyerek ayrıldı. Kadın, Hz. Ömer’in akıllara hayret veren tevazu ve adaleti karşısında mahcup olup, hayır duâlar etti.
Hz. Ömer Irak’a İslâm ordusunu gönderip, kısa zamanda Allahü teâlâ’nın yardımıyla zafer kazandılar. Kiliseleri câmi, puthâneleri mescid yaptılar. Sağ salim ve ganimetlerle döndüler. Hz. Ömer’in huzuruna vardıklarında halife İslâm ordusuna hiç bakmadı. Ne yaptınız? diye sual bile sormadı. Halifenin bu
muamelesi Eshâb-ı kirâm’a çok ağır geldi. Hz. Ömer’in oğlu Abdullah’ı mescidde görüp halifenin onlara
karşı alâkasızlığından şikâyet ettiler. Hz. Abdullah: “Babamın huzuruna bu elbiselerinizle mi çıktınız?”
dedi.
Meğer İslâm ordusu, İran’ın süslü elbiselerinden giymişlerdi. Eshâb-ı kirâm, Hz. Abdullah’ın işaretiyle gidip elbiselerini değiştirdiler. Böylece Hz. Ömer’in huzuruna vardılar. Bu sefer Hz. Ömer bunları iyi
karşılayıp her birinin ayrı ayrı hâlini, hatırını sordu. Eshâb-ı güzinden birisi cesaret edip, kalktı: “Yâ
Emirel-mü’minin ilk görüşmemizde bize hiç iltifat etmediniz. İkinci görüşmemizde çok iyi karşıladınız.
Bunun sebebi nedir?” diye sordu. Hz. Ömer: “Sizi, elbiselerinizi değiştirmiş görünce kendi kendime:
“Eshâb-ı güzîn benim hayâtımda elbiselerini değiştirdiler. Birkaç gün sonra Allah korusun kalplerini de-
ğiştirirler. Dünyâyı sevmeleri artar. Yarın kıyâmet gününde Resûlullah’a (s.a.v.) kavuşunca, Yâ Ömer!
senin halifeliğin zamanında benim Eshâbım elbiselerini değiştirdiler sonra kalbleri değişti. Niçin
manî olmadın? diye hitâb eder, azarlar diye korktum.” Onun için İran’ın süslü elbiselerini giydiğiniz zaman her biriniz gözüme bir belâ dikeni gibi göründünüz. Fakat elhamdülillah elbiselerinizi değiştirince,
endişe ettiğim tehlike ortadan kalktı. Size iyi muamelede bulundum.” buyurdular.
Hz. Ömer zamanında Şam şehri civârında bir kal’a muhasara edildi. Öğleye kadar kal’a feth edilmedi. Hz. Ömer, gadaba geldi. İslâm askerini huzuruna çağırdı. “Kal’a henüz feth edilemedi. Kâfirler,
İslâm askeri karşısında bu kadar dayanamazdı. Aramızda birisi bir hatâ yapmış olmasın” buyurdu.
İslâm askeri hayret edip, tevbe ve istiğfâr etmeğe başladılar. O sırada bir kişi ağlayarak Hz. Ö-
mer’in huzuruna geldi “Yâ Emirel-mü’minin! Bu gece teheccüde kalktığım zaman karanlık olduğu için
misvakımı arayıp bulamadım. Misvaksiz namaz kıldım. Sizin aradığınız hata benim bu hatâmdır,” dedi.
Hz. Ömer: “Tevbe ve istiğfâr etmeğe devam et,” buyurdu. Bir saat sonra kal’a fetholundu.
Hz. Ömer halifelik müddetince kendinden evvel hiç kimsenin yapamadığını ve sonra da kimsenin
yapamayacağı şekilde adalet üzere hareket etmiştir. Zamanında kurt koyuna zarar vermeğe cesaret
edemezdi. Hz. Ömer’in şehîd olduğu gün, bir çoban koyunların yanında dururken bir kurt koyuna saldırdı. Çoban: “(Hemen feryâd ederek,) Vah Hz. Ömer,” (dedi ve ağladı.) “İnnâ lillah ve innâ…” âyet-i kerîmesini okudu. Çobanlar ona: “Hz. Ömer’in irtihâl ettiğini (vefâtını) nereden bildin?” diye sordular. Çoban: “Hz. Ömer’in zamanında kurt koyuna değil saldırmak, bakmağa bile cesaret edemezdi. Şimdi kurdun koyuna saldırdığını gördüm. Hz. Ömer”in şehîd olduğunu anladım,” dedi.
Hz. Ömer öğle sıcağında soyunup, zekât olarak Beyt-ül-mala alınan develeri bağlardı. “Yâ Emire’lmü’minin! Niçin siz zahmet çekiyorsunuz! Birine emir buyurun bağlasın,” dediler. Hz. Ömer: “Bunlar,
fakîrlerin hakkıdır. Hak teâlâ beni bunlara bakmağa memur etti. İşlerini de kendim görmem iyi olur.
Âhirette bunlar benden sorulacaktır,” buyurdu.
Bir genç, beş vakit namazı Hz. Ömer ile kılardı. Hz. Ömer her selâm verişinde, genci arkasında
görürdü. Hz. Ömer de bu genci sevmişti. Bir güzel kadın bu gence aşık olup, her zaman haber göndererek evine çağırtır, fakat genç râzı olmaz, yanına gitmezdi. Bu kadın, uzun müddet gencin arkasına düş-
tüğü halde, kendisini gence sevdiremedi. Kadın, bir kocakarıya başvurdu. Kocakarı: “Seni bu gece o
gençle bir araya getirirsem, bana ne ikrâmda bulunursun?” dedi. Kadın: “Bu işi yaparsan, sana çok şeyler vereceğim,” dedi. Kocakarı evinde otururken; genç yatsı namazını kılmış, evine dönüyordu. Yol üzerinde bulunan kocakarının evinin önünden geçerken, kocakarı: “Bana yardım edene, Hak teâlâ da yardım etsin,” diye feryâd etti. Genç bu feryadı duyunca, kocakarıdan feryadının sebebini sordu. Kocakarı:
“Bir koyun kaçırdım, tutamıyorum, bana yardım et,” dedi. Genç bu söze inanıp evden içeri girdi. Gence
aşık olan kadın, kapıyı kilitleyip gencin ayaklarına sarılarak yalvarmağa başladı: “Ne zamandan beri
senin derdinle yanıyorum, bana hiç vefâ etmiyorsun. Sana ancak bu hileyi yaparak kavuştum,” diyerek
genci kuvvetle tuttu. Genç, yine kadına iltifat etmedi, yüzüne bakmadı. Kadın genci çok övdüğü hâlde, – 79 –
genç yine kadının yüzüne bakmıyordu. Kadın “Yâ bana yaklaş arzumu yerine getir veya feryâd eder
bütün mahalle halkını buraya toplarım, rüsvây olursun,” dedi. Genç: Âhirette rüsvây olacağıma burada
olurum, dedi. Genci hiçbir yolla aldatamıyan kadın, feryâd etmeğe başladı. Bütün mahalle halkı evin
etrafına toplandılar.
Kadın: “Bu gece kapımı kilitleyip yatarken, bu adam gelip bana tecavüz etmek istedj. Onun için sizi
çağırdım,” dedi.
Mahalle halkı içeri girip, genci dövdü, hattâ başını birkaç yerden yarıp, ellerini, bağlayarak, Hz.
Ömer’in huzuruna getirdiler. Hz. Ömer, sabah namazını kıldıktan sonra, o genci görememişti. Acaba
hasta mı oldu, yoksa başka bir şey mi oldu diye düşünürken birtakım insanların arasında genci gördü.
Kadın da oraya gelmiş, feryadı ayyuka çıkıyordu. Genç, Hz. Ömer’in heybetinden çok korkardı. Hz. Ö-
mer gadaba gelince vücudundaki kıllar dikilirdi. Fakat bu gadabı din için, İslâm gayreti içindi. Dünyâ işlerinde gadaplanmaz, mübârek kalbini dünyâya bağlamazdı. Varlık onun yanında yoklukla bir, hattâ yokluk daha kıymetli idi. Hz. Ömer genci o halde görünce: “Yâ Rabbi! Bu gence hüsn-i zannım vardır. Resû-
lünün hürmeti için beni bu zannımdan döndürme!” diye duâda bulundu. (Sonra genci yanına çağırdı)
“Senin hakkında iyi düşünürüm. Bu çirkin işi senin yapacağını zannetmiyordum. Korkma, yakın gel, Hak
teâlâ doğru kullarının yardımcısıdır,” buyurdu. Genç: “Bu kadın bana bir kaç yıldır âşık olmuştu. Çok
kere haber gönderdiği halde râzı olmamıştım. Sonunda bir kocakarı hilesiyle beni evine çağırdı. Ondan
sonraki hadîseleri de birer birer anlattı. Hz. Ömer: “O kocakarıyı görünce tanır mısın?” buyurdu. Genç:
“Evet tanırım,” dedi. Şehirdeki bütün kocakarıların dışarı çıkmaları emir edildi. Hepsi bir yerde gizlenen
gencin önünden geçtiler. Genç, hile yapan kocakarıyı tanıdı.
Kocakarıyı Hz. Ömer’in huzuruna götürdüler. Hz. Ömer’in heybetine dayanamayıp, para için bu işi,
yaptığını ikrar etti. Kocakarı söyleyince, âşık olan kadın ne yaptıklarını anlattı. Hz. Ömer (Kalkıp, gencin
ellerini çözüp, mendili ile başının kanını silip bağladı.) Allahü teâlâ’ya hamd olsun ki, Resûl-i Ekrem’in
“Ümmetimden, kardeşim Yûsuf aleyhisselâmın kendini Zeliha’dan sakladığı gibi, yabancı kadınlardan muhafaza eden sıddîklar çıkacaktır” hadîs-i şerîfi bizim zamanımızda bu gence nasîb oldu.”
buyurdu. Gencin sırtını okşayarak hayır duâ etti.
Hz. Ömer halife iken bir bayram gelmişti. Herkes çocuklarına yeni elbiseler alıyordu. Hz. Ömer’in
oğlunun elbisesi eski idi. Bayram günü çocuklar, eski elbiseli olan halifenin çocuklarıyla alay etmeğe
başladılar. Hz. Ömer’in oğlu, ağlayarak babasının yanına geldi. Hz. Ömer, oğluna şefkat edip acıyarak,
Beyt-ül-mâlın eminini çağırdı. Oğlunun ağlama sebebini anlattıktan sonra, gelecek`ayın maaşından bir
miktar vermesini istedi. Beyt-ül-mâl emini: “Yâ Emirel-mü’minin, yaşayacağınızı muhakkak biliyor musunuz ki, hak etmediğiniz paradan istiyorsunuz?” dedi. Hz. Ömer “Allahü teâlâ’dan başka kimse bilemez,”
buyurdu. “O zaman Yâ Halife! Yaşayacağınızı bilmedikten sonra, ne almanız size yakışır, ne de bizim
vermemiz makûl olur,” dedi.
Hz. Ömer, söylediğine pişman olup, Beyt-ül-mâl emininin sözünü beğendi, hayır duâ buyurdu.
Allahü teâlâ çocuğunun kalbine bir yolla teselli verip, her biri safâyı kalb ile gittiler.
Bir gece Hz. Ömer Medine-i Münevvere’de geziyordu. Bir kadın: (Kızına evi içinde) “süte biraz su
kat,” diyordu. Kız: “Emîr-üll-mü’minin süte su katmayınız buyurmamış mıydı?” dedi. Kadın: “Emir burada
yok,” dedi. Kız: “Hz. Ömer burada yok ise, Rabbi bizi görür,” dedi. Hz. Ömer (O evi işaret etti.) Evine
gelip oğluna, senin için bir kız buldum, onu sana alayım, buyurdu. (Ertesi günü kadının evine gitti.) Kızı-
nı oğluma ver, buyurdu. Kadın: “Bunu kalbimden dahi geçirmeğe cesaretim yoktu,” dedi. Hz. Ömer “Kı-
zının bir sözü çok hoşuma gitti. Onun için geldim,” buyurdu. O kızı oğlu Âsım’a aldı. Âsım’ın kızından
Abdülazîz oldu. Abdülazîz’in oğlu Ömer bin Abdülazîz halife oldu. Onun zamanında da kurd kuzu ile
gezerdi.
Buyurdu ki: “Sâdık arkadaşlar bulun ve onların arasında yaşayın. Dürüst ve samimi arkadaşlar,
darlıkta yardımcı, genişlikte süs ve zinetdirler. Dostunun sana düşen işini güzel bir şekilde gör ki, lüzumunda, sana daha güzeli ile karşılıkta bulunsun. Düşmanlarından uzaklaş, her dosta bel bağlama, ancak emin olanları seç. Emin olanlar, Allahü teâlâdan korkanlardır.
Kötü insanlarla düşüp kalkma, onlardan kötülük öğrenirsin. Onlara sırrını verme ifşa ederler, işlerini Allah’dan korkanlara danış ve onlarla istişare et.”
“Allah’a itâat eden büyük zatların sözlerine dikkat edin. Çünkü onlara Allah tarafından gerçekler
tecelli eder ve onu konuşurlar.”
“İyilik kolay bir şeydir. Güler yüz ve yumuşak söz bunu temin eder.” “Şiddet göstermeksizin kuvvetli, zayıflık göstermeksizin yumuşak ol.” – 80 –
“Çok gülenin heybeti azalır. Şaka yapan eğlenceye alınır. Bir şeyi çok yapan onunla tanınır. Çok
konuşan çok yanılır, hataya düşer. Böyle kimsenin hayâsı azalır. Hayası azalan şüpheli şeylerden az
kaçınır. Şüpheli şeylerden az kaçınanın kalbi ölür.”
“Hakkımda hangisinin daha hayırlı olduğunu bilemediğim için darlık (fakîrlik) ve bolluk (zenginlik)
günlerimin hiçbirine aldırış etmedim.”
Hz. Ömer bir defasında Şam’a gitmişti. Orada giydiği eski elbiselerden dolayı söz edildiğini duyunca “Biz İslâmiyet ile izzet bulduk, izzeti, şerefi başka yerde aramayız.” buyurdu.
“Amellerin efdali farzları yapıp harâmlardan kaçınmak ve Allah katında sâdık niyyetdir.”
“Hesaba çekilmeden önce kendinizi hesaba çekin. Amelleriniz tartılmadan önce tartınız.”
Yolu bir mezbeleden geçse, orada durur ve: “İşte hırsla sarıldığımız dünyâ” derdi.
“Âhiret işlerinde zarar etmektense, dünyâya ait işlerde zarar ediniz. Böylesi sizin için daha hayırlı-
dır.”
Dul kadınlara, yetimlere sırtında un taşırdı. Bu halini gören biri: Bırakın biz taşıyalım deyince, Hazret-i Ömer “Ya kıyâmet günü günahımı kim taşır” buyurdu.
“Alay, şaka ve mizah etmekten kaçınınız. Zira insanın şerefini kırar, vakarını azaltır.”
“Ahmakla arkadaşlık etmekten kaçın. Çünkü, ekseriya, sana iyilik yapayım derken zararı dokunur.”
“Tevbe edenlerle oturun, onların kalbleri yumuşak olur.”
“Tevazunun başı, bir müslüman ile yolda karşılaşırsan ilk önce selamı senin vermen, bir mecliste
en geride oturmaya râzı olman ve şöhretten uzak durmandır.”
“Yemekten sonra misvak kullanmak iki hizmetçi kullanmaktan iyidir.”
“Mescidler yer yüzünde Allahü teâlâ’nın evleridir. Mescidde namaz kılanlar Allahü teâlâ’nın misafirleridir. Ev sahibine, ancak misafirlere hizmet düşer.”
“Ramazan ayı çok hayırlı ve mübârek bir aydır. Gündüz tutulan oruca, gece kılınan namaza bu
ayda verilen sadakaya, Allahü teâlâ kat kat sevab verir.”
“İnsanların en cahili, ahiretini başkasının dünyâsı için satandır.”
“Allahü teâlâ başkasına acımayana acımaz, affetmeyeni affetmez, özür kabul etmeyenin özrünü
kabul etmez.”
“Tevbe’den maksad günahı bilip yapmamaktır. Amel-i salihte bulunmaktan maksad, kendini be-
ğenmemektir. Şükürden maksad, aczini itiraf edip kulluğu bilmektir.”
“İnsanın elbisesini temiz kullanması şerefi icabıdır.”
“Dinini bilmeyen tüccar pazarımızda satış yapmasın.”
“Mescidde oturan kimse, Allahü teâlâ’nın huzurunda bulunuyor demektir.” “
“Helâlin onda dokuzunu harâma düşmek korkusu ile terk ederdik.”
“Bana ayıplarımı, kusurlarımı söyleyen kimse Allahü teâlânın merhametine kavuşsun.”
“İstiğfâr her derde devadır.” “Tevbe edip de tevbesi kabul olunanlarla beraber bulunun.. Zira onlarla beraber bulunmak kalbi daha fazla yumuşatır.”
“Allahım, bana senin yolunda şehîd olmayı nasîb et. Peygamberinin şehrinde ölmeyi kısmet et.”
 1) Tefsîr-i Taberî, cild-10, sh-160
 2) Tefsîr-i Kurtûbî cild-8, sh-170
 3) Târîh-ul-hulefâ sh-101
 4) Savaik-ül-muhrika sh-89
 5) Tabakât-ı İbn-i Sa’d cild-3, sh-266
 6) El-Îsâbe cild-2, sh-518
 7) El-İstiâb cild-2, sh-58
 8) Üsûd-ul-gâbe cild-4, sh-58
 9) İzâlet-ül-hafâ cild-1, sh-579
10) Müsned-i Ahmed bin Hanbel cild-1, sh-2
11) Tabakât-ül-huffâz sh-3
12) Hulâsat-ü tehzîb-il kemâl sh-239
13) Tabakât-ı Şirâzî sh-38
14) El-İber cild-1, sh-27
15) En-Nûcûm-üz-zâhire cild-1, sh-78 – 81 –
16) Târîh-ul-Ümem-i ve’l-mülûk cild-3, sh-192
17) İbn-i Hişâm cild-1, sh-364
18) El-Kâmil fi’t-târih cild-2, sh-208, 139
19) Kitab-ul-harâc sh-73
20) Kitâb-ul-emvâl sh-77
21) İbn-i Âbidîn cild-3, sh-364, cild-2, sh-49
22) El-Evâil sh-78/b
23) Kitab-ul-harâç (Yahyâ bin Âdem) sh-169
24) Sahîh-i Buhârî cild-4, sh-242
25) Müslim, fedâil-üs-Sahâbe
26) Sünen-i Tirmizî cild-2, sh-182
27) Târîh-ul-hamîs cild-1, sh-333
28) İnsân-ul-uyûn cild-1, sh-329
29) El-A’lâm cild-5, sh-45
30) Hilyet-ül-evliyâ cild-1, sh-38
31) Bedâi-üs-sanâi cild-7, sh-9
32) Miftâh-u Kunuz-üs-sünne, Hz. Ömer maddesi
33) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh-1056
34) Eshâb-ı Kirâm sh-383
35) Herkese Lâzım Olan İmân sh-1



HZ. EBÛ BEKR-İ SlDDÎK





HZ. EBÛ BEKR-İ SlDDÎK

Peygamberlerden sonra, Eshâb-ı kirâmın ve insanların en üstünü. Asıl adı Abdullah bin Ebû
Kuhâfe bin Âmir bin Amr bin Ka’b bin Sa’d bin Teym bin Mürre’dir. Babasının adı Osman olup, Kuhâfe
lakabıyla meşhûrdur. Annesinin adı ise Selmâ binti Sahr’dır. Ümmül-Hayr lakabıyla tanınmaktadır. Hz.
Ebû Bekir, Peygamber Efendimizden 2 yıl 3 ay küçüktür. Fil vak’asından sonra m. 573 yılında dünyâya
gelmiştir. Müslüman olmadan önce adı, Abdüluzzâ veya Abdulkâ’be idi. Peygamberimize (s.a.v.) îmân
ettikten sonra O’nun ismini “Abdullah” olarak değiştirdi. 38 yaşında müslüman olmakla şereflenen Hz.
Ebû Bekir; Peygamber efendimizin vefât ettiği gün halife seçildi. Hilâfeti 2 sene 3 ay 10 gün sürdü. 63
yaşında iken hicretin 13 (m. 634) yılında Cemaziyelâhir ayının yedisinde Pazartesi günü hastalandı. 15
gün hasta olarak yattıktan sonra vefât etti. Vasiyeti üzerine, hanımı Esma yıkadı. Cenâze namazını Hz.
Ömer kıldırdı. Peygamber efendimizin kabrinin bulunduğu Hücre-i Se’âdete defn edildi.
Ebû Bekir (r.a.) Aşere-i Mübeşşerenin yani Cennetle müjdelenen on sahabenin birincisidir. Peygamber efendimizin kayınpederi, Hz. Âişe’nin babasıdır. Ebû Bekir (r.a.)’ın Resûlullah efendimize fevkalâde sadâkat ve sevgisi vardı. Vefâtına, Peygamberimizden (s.a.v.) ayrıldığından duyduğu aşırı üzüntü-
sü, gammı ve hasreti sebep olmuştur. Çünkü O’na karşı olan, sevgisi ve bağlılığı kelimelerle tarif
edilemiyecek kadar çoktur.
Peygamber efendimiz de, Ebû Bekir’i (r.a.) çok severdi. O’nun için bizzat kendisine “Sen Allahü
teâlânın Cehennemden atîki (yâni azâd ettiği kimse)sin” ve “Cehennemden atîk olan (âzâd edilmiş
kimse) görüp sevinmek isteyen kimse, Ebû Bekir’e baksın” buyurması bunun bir alâmetidir. Bir rivâ-
yette de, Ebû Bekir’in annesi Ümmül Hayr-ı Selmâ’nın bir iki evladı olmuş ise de hiçbirisi yaşamamış
olduğundan, Hz. Ebû Bekir doğduğu zaman, annesi kucağına alıp, Kâ’beye götürmüş ve yaşaması için
“Allahım bu çocuğu ölümden Âzâd edip bana bağışla!” diye duâ eyleyince; Kâ’be’nin her yanında “Yâ
Emetellah, sana müjdeler olsun ki, çocuğun yaşayacak, seni pek sevindirecek Tevrat’da adı Sıddîk olarak bildirildi” nidası geldi. Oradakilerin hepsi bunu duydular. Bu sebeple de Atîk ismini verdiler. Yahud,
soy ve sopunda ayıp ve kusur sayılabilecek herhangi bir şey görülmediği için bu lâkabı vermişlerdir, denildi.
Hz. Ebû Bekir, ilk imâna gelen, müslümanlıkla şereflenen hür erkektir. Kadınlardan ilk imâna gelen
Hz. Hadîce, kölelerden Zeyd bin Hârise ve çocuklardan Hz. Ali’dir. Müslüman olmadan evvel, gençliğinde de Resûlullah’ın (s.a.v.) arkadaşı idi. Büyük bir tüccardı. Bütün malını, evini barkını Resûlullah’ın uğ-
runda harcadı. Ebû Bekir (r.a.), İslâmiyeti kabul etmesine kadar geçen 38 senelik hayatında asla içki
kullanmamış, putlara tapmamış, her türlü sapıklıktan, hurafelerden kaçınmış, iffetiyle ve güzel ahlâkı ile
tanınmış bir kişiydi. Kavmi arasında sevilen ve saygı gösterilen birisi olup, fakîrlere yardım eder, muhtaç
olanları gözetirdi. Dürüst bir tüccardı. Herkesin ona sonsuz bir itimadı vardı.
Hz. Ebû Bekir’e Resûl-i Ekrem (s.a.v.), Peygamberliğini bildirip müslüman olmasını teklif ettiği zaman, hiç tereddüt etmeden İslâmiyeti kabul etmişti. Babası, annesi, çocukları ve torunları da
müslümanlığı kabul etti. Peygamberimizi görüp Eshâb-ı kirâmdan olmakla şereflendiler. Eshâb-ı kirâmdan hiçbiri, böyle bir şerefe nâil olmamıştır.
O’nun müslüman oluşu hakkında bildirilen haberler çeşitlidir. Şöyle ki; Hz. Ebû Bekir, İslâmiyeti
kabul etmeden yirmi sene önce, bir rüya görmüştü: “Gökten dolunay inip, Kâ’be-i muazzama’ya gelmiş
ve sonra parça parça olmuş, parçalardan her biri, Mekke evlerinden biri üzerine düşmüş, sonra bu par-
çalar bir araya gelerek gök yüzüne yükselmişti. Ebû Bekir’in (r.a.) evine düşen parça ise, gök yüzüne
yükselmemişti. Hadiseyi gören Ebû Bekir (r.a.) hemen evin kapısını kapamış sanki bu ay parçasının
gitmesine mani olmuştu.”
Ebû Bekir (r.a.) heyecanla rüyadan uyanmış, sabah olunca, hemen, yahûdi âlimlerinden birisine
koşup, rüyasını anlatmıştı. O âlim cevabında: “Bu karışık rüyalardan biridir, onun için tabir edilmez” demişti. Fakat bu rüya, Ebû Bekir’in (r.a.) zihnini kurcalamaya devam etmiş, yahûdinin cevabı, O’nu tatmin
etmemişti. Bundan dolayı bir zaman sonra ticâretlerinden birinde, yolu rahib Bahîra’nın diyarına uğramıştı. Gördüğü rüyasının tabirini Bahîra’dan istemiş ve şu cevabı almıştı. Bahîra: “Sen neredensin?” – 60 –
dedi. Hz. Ebû Bekir “Kureyştenim” diye cevap verince, Bahîra: “Mekke’de bir peygamber ortaya çıkıp
hidâyet nuru, Mekke’nin her yerine ulaşacak, sen hayatında O’nun veziri, vefâtından sonra da, halifesi
olacaksın” deyince Ebû Bekir (r.a.) bu cevaba çok hayret etmişti. Hatta rahib, O’na şöyle demişti: “Çabuk, şimdi O’na ulaş. Şu anda vahy geldi. Mûsâ aleyhisselâmın da Rabbi olan Allah hakkı için, herkesten önce îmân eyle!” Ebû Bekir (r.a.) bu rüyasını ve tabirlerini, Peygamber efendimiz, (s.a.v.) peygamberliğini açıklayıncaya kadar kimseye söylememişti.
Peygamber efendimiz (s.a.v.), peygamberliğini açıklayınca, Ebû Bekir (r.a.) hemen Peygamber efendimize koşup, “Peygamberlerin, peygamberliklerine delilleri vardır, senin delilin nedir?” diye suâl etmişti. Peygamber efendimiz (s.a.v.) cevabında: “Bu nübüvvetime delil, o rüyadır ki, bir yahûdi âlimden tabirini istedin. O âlim karışık rüyadandır, itibar edilmez dedi. Sonra Bahîra rahib doğru tabir
etti.” buyurarak, Ebû Bekir’e (r.a.) hitaben: “Ey Ebû Bekir! Seni Hüdâya ve Resûlüne davet ederim.”
buyurmuştu. Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir, “Şehâdet ederim ki, sen Allahü teâlânın resûlüsün ve senin
peygamberliğin hakdır ve cihanı aydınlatan bir nurdur.” diyerek, O’nu tasdîk edip müslüman olmuştu.
Hz. Ebû Bekir’in müslüman oluşu, şu şekilde de ifâde edilmiştir: Muhammed aleyhisselâma peygamberlik emri geldiğinde, “Bu sırrı kime söyleyebilirim, bu işi kime açıklayabilirim” diye düşünmüştü.
Peygamber efendimizin, Ebû Bekir (r.a.) ile, yakın arkadaşlığı ve bu sebeple de O’na karşı pek fazla
sevgisi vardı. Ayrıca Ebû Bekir (r.a.) çok akıllı ve doğruyu görüp seçebilmesiyle de meşhûrdu. Bunun
için, Peygamber efendimiz (s.a.v.) nübüvvet sırrını O’na açmayı tasarlamıştı. Sabahleyin, Ebû Bekir’e
(r.a.) varmak ve bu sırrı O’na açmak maksadıyla evden çıkmıştı.
O gece, Peygamber efendimiz böyle düşünürken, Ebû Bekir (r.a.) da şöyle düşünüyordu: “Baba ve
dedelerimizin seçtiği din, hiç uygun değildir. Zira, hiçbir zarar ve fayda vermeye kadir olmayan bir heykele ibâdet etmek, akıllıca bir iş değildir. Yerin ve göğün yaratıcısı buna râzı olmaz. Bu düşünceyi ise, Muhammed’den (s.a.v.) başkasına arz etmek lâyık değildir. Zira, olgun ve akıllı, doğru görüşlü olduğu tecrübe edilmiştir. Yarın, ziyâret için O’na varayım, bu hâli arz edeyim. O ne derse, öyle amel edeyim!” Bu
düşünce ile Ebû Bekir (r.a.) sabahlamış, Peygamber efendimize varmak için evden çıkıp, yolda karşı-
laşmışlar, birbirlerine karşı “Sözleşmeden birleştik” demişlerdi. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) şöyle söze başlamışlar: “Bir meşveret için, sana geliyordum.” Ebû Bekir (r.a.) da: “Ben de, bir fikir sormak için yanını-
za geliyordum” dedi. Resûlullah (s.a.v.) “Söyle yâ Ebâ Bekir” buyurdular. Ebû Bekir (r.a.): “Sen her işte
öndersin, önce sen söyle!” dediler. Peygamber efendimiz: “Dün, bana bir melek görünüp, Hak
teâlâdan (Halkı dine davet eyle!) diye emir getirdi. Ben endişede kaldım. Bugün sana geldim. Seni, İslâm dinine davet ederim. Ne dersin?” buyurdular. Ebû Bekir (r.a.): “İslâmiyete önce beni kabul
eyle! Çünkü, dün gece sabaha kadar bu fikirde idim. Şimdi ise bu sözü işittim” dedi. Peygamber efendimiz (s.a.v.) buna çok sevinip, Ebû Bekir’e (r.a.) İslâmiyyeti anlattılar. Ebû Bekir (r.a.) da kabul edip,
mü’minlerin serdârı oldu.
Diğer bir rivâyette ise Hz. Ebû Bekir, Peygamber efendimize peygamberlik gelmeden önce ticâret
maksadıyla Yemen’e gitmişlerdi. Bu seferlerinde, Yemen’de bulunan, Ezd kabilesinden, çok kitap okumuş ve ömrü üçyüzdoksan yıla ermiş bulunan bir ihtiyara rastlamıştı. Bu ihtiyar Hz. Ebû Bekir’e bakıp:
“Zannederim ki sen, “Mekke halkındansın” deyince, Ebû Bekir (r.a.) “Evet, öyledir” demiş ve aralarında
şu konuşma geçmişti, ihtiyar: “Sen Kureyşten misin?” “Evet!” “Benî Temimden misin?” Evet!. “Bir alâmet
daha kaldı.” Nedir? diye sormuşlar “Karnını aç, göreyim.” “Bundan maksadın nedir, söyle?” “Kitaplarda
okudum ki, Mekke’de bir Peygamber gelir. O’na, iki kimse yardımcı olur. Biri genç, diğeri ihtiyardır. Genç
olanı, nice zorlukları kolaylığa çevirir. Çok belâları giderir. O ihtiyar kişi ise, beyaz benizli, ince belli olup,
karnı üzerinde bir siyah ben vardır. Zannederim ki, o kimse sensin. Karnını aç, göreyim” dedi. Ebû Bekir
(r.a.) da açmış; göbeği üzerindeki siyah beni görünce, “Vallahi o kimse sensin” deyip, Ebû Bekir’e bir
çok vasiyetlerde bulunmuştu. Ebû Bekir (r.a.), işini bitirince, vedalaşmak, için ihtiyarın huzuruna varmış,
Peygamber efendimiz hakkında bir kaç beyit söylemesini ondan istemiş, bunun üzerine ihtiyar, oniki
beyt okumuş, Ebû Bekir (r.a.)’da bunları ezberlemişti.
Ebû Bekir (r.a.) seferden Mekke-i mükerreme’ye dönünce, Ukbe İbni Ebû Mu’ayt, Şeybe, Ebû Cehil, Ebü’l Bühterî gibi, Kureyşten ileri gelen kimseler, O’nu ziyârete evine gelmişlerdi. Ebû Bekir onlara
hitaben: “Aranızda hiçbir hâdise oldu mu?” buyurmuş. Cevaplarında: “Bundan daha garip bir hâdise olur
mu ki, Ebû Tâlib’in yetimi, peygamberlik dâvası ediyor ve sizler, baba ve dedeleriniz, bâtıl dindensiniz
diyor. Eğer hatırın olmasaydı, O’nu bu zamana kadar sağ bırakmazdık. Sen O’nun iyi dostusun, bu işi
sen hallet demişlerdi. Ebû Bekir (r.a.) onlardan özür dileyerek, oradan ayrılmış, Peygamber efendimizin (s.a.v.) Hadîce’nin (r.anha) evinde olduğunu öğrenip, varıp kapıyı çalmış, Peygamber efendimiz
kendilerini karşılayınca: “Yâ Muhammed (s.a.v.), senin hakkında söylenilenler nedir?” demiş. Peygamber efendimiz (s.a.v.) “Ben Hak teâlânın peygamberiyim. Sana ve bütün Âdemoğullarına gönderildim. Îmân getir ki, Hak teâlânın rızâsına vâsıl olasın ve canını Cehennemden koruyasın” buyurdular. Ebû Bekir (r.a.) buna delil nedir? deyince, Peygamber efendimiz (s.a.v.) “O, Yemen’de gördüğün
ihtiyarın hikâyesi delildir”, buyurdular. Ebû Bekir (r.a.): “Ben Yemen’de pek çok ihtiyar ve genç gör– 61 –
düm” dedi. Peygamber efendimiz (s.a.v.) cevabında: “O ihtiyar ki, sana oniki beyit emânet verdi ve
bana gönderdi” diyerek o beyitlerin hepsini okudu. Ebû Bekir (r.a.) bunu sana kim haber verdi, deyince;
cevabında; “Benden evvelki peygamberlere gelen melek haber verdi” buyurdular. Bunu söyler söylemez, elini bana ver deyip, mübârek elini tutmuş, “Eşhedü en lâ ilâhe illallah, Ve Eşhedü enne
Muhammeden Resûlullah” diyerek müslüman olmuştur. Hayatında ilk defa duyduğu, yüksek bir sevinçle evine müslüman olarak dönmüştür. Nitekim bir hadîs-i şerîfte: “Her kime imânı arz ettiysem,
yüzünü buruşturur, tereddütle bakardı. Ancak Ebû Bekr-i Sıddîk (r.a.) imânı kabul etmekte hiç
tereddüt ve duraklama etmedi.” buyurulmuştur.
Hz. Ebû Bekir, müslüman olunca, hemen çok sevdiği arkadaşlarına gitti. Onları da, müslüman olmaları için ikna etti. Eshâb-ı kirâmın ileri gelenlerinden ve Cennetle müjdelenenlerden olan Osman bin
Affân, Talha bin Ubeydullah, Zübeyr bin Avvâm, Abdurrahman bin Avf, Sa’d İbni Vakkâs, Ebû Ubeyde
bin Cerrâh gibi yüksek şahsiyetler onun tavsiyesi ile müslüman olmuşlardır.
İslâmiyeti kabul eden Hz. Ebû Bekir’i dininden vazgeçirmek için Kureyş müşriklerinin azılı pehlivanlarından Nevfel bin Adviye, bir ipe bağlayıp işkence etmeye başladı. Kendi kabilesi olan Benî Teym,
bunu gördükleri halde aldırış etmediler. Birgün Resûlullah efendimiz, yeni müslüman olanlardan birkaçı
ile Erkam bin Erkam’ın (r.a.) Safa tepesindeki evinde oturuyorlardı. Başta Hz. Ebû Bekir olmak üzere,
hepsi bu yeni dinin müşriklere açıklanmasını arzuladıklarını bildirdiler. Henüz açıkça tebliğ edilmek emri
verilmemişti. Peygamber efendimiz de: “Ey Ebû Bekir! Bizim sayımız henüz az. Bu işe yetmeyiz”
buyurdu ise de, Ebû Bekir’in ve arkadaşlarının arzularının çokluğundan onları kıramadı. Hemen Mescid-i
Haram’ın bir tarafına topluca oturdular. O sırada müşrikler de orada toplu halde bulunuyorlardı. Hz. Ebû
Bekir ayağa kalktı. Putlardan yüz çevirip, Allahü teâlâya ve O’nun Peygamberi Muhammed
aleyhisselâma inanmanın lâzım olduğunu anlatmaya başlayınca, müşrikler hep birden Ebû Bekir’e ve
arkadaşlarına saldırdılar. Yumruk ve tekmelerle ortalığı, alt üst ettiler. Hz. Ebû Bekir’i fena halde tartaklayıp dövdüler. Utbe bin Rebîa, demirli ayakkabılarını Ebû Bekir’in (r.a.) yüzüne çarpa çarpa yüzünü
gözünü kanlar içinde bıraktı, bilinmez hale getirdi. Benî Teym kabilesine mensûb olan kişiler yetişip ayırmasaydılar öldürünceye kadar dövmeye devam edeceklerdi. Kabilesinden olan kişiler bitkin ve peri-
şan bir hale gelen Hz. Ebû Bekir’i bir çarşafın içine koyarak evine götürdüler. Hemen geri dönüp
Kâ’beye geldiler: “Eğer Ebû Bekir ölecek olursa, yemin olsun ki, biz de Utbe’yi gebertiriz!” dediler ve yine
Hz. Ebû Bekir’in yanına gittiler.
Hz. Ebû Bekir, uzun bir süre kendine gelemedi. Babası ve Benî Teym’liler, O’nu ayıltmak için çok
uğraştılar. Ancak akşama doğru kendine gelebildi, gözlerini açar açmaz, ezik bir sesle: “Resûlullah ne
yapıyor? O, ne haldedir? Ona da dil uzatmışlar, hakaret etmişlerdi” diyebilmişti; Annesi Ümm-ül-Hayr’a
dediler ki: “Sor bakalım, birşey yer veya içer mi?” Hz. Ebû Bekir’in yemeğe ve içmeğe ne isteği vardı, ne
de bir gücü! Ev, tenhalaşınca annesi ona: “Ne yersin, ne içersin?” diye sordu. Hz. Ebû Bekir gözlerini
açtı ve “Resûlullah ne haldedir, ne yapıyor?” dedi. Annesi, “Vallahi arkadaşın hakkında hiçbir bilgim
yok!” dedi. Ebû Bekir (r.a.): “Hattâb’ın kızı Ümmü Cemil’e git, Resûlullah’ı ondan sor!” dedi. Annesi
Ümm-ül-Hayr, kalkıp Ümmü Cemil’in yanına gitti ve: “Oğlum Ebû Bekir, senden Abdullah’ın oğlu Muhammed’i (s.a.v.) soruyor. Acaba ne haldedir?” Ümmü Cemil de: “Benim ne Muhammed (s.a.v.), ne de
Ebû Bekir hakkında bir bilgim var! İstersen seninle birlikte gidelim?” dedi. Ümm-ül-Hayr, “Olur” deyince,
kalktılar, Hz. Ebû Bekir’in yanına geldiler. Ümmü Cemîl, Hz. Ebû Bekir’i böyle perişan bir vaziyette, yaralar ve bereler içinde görünce, kendisini tutamıyarak çığlık kopardı ve: “Sana bunu yapan bir kavim, muhakkak azgın ve taşkındır. Allah’tan dileğim, onların cezâsını bulmalarıdır.” dedi. Hz. Ebû Bekir, Ümmü
Cemil’e: “Resûlullah ne yapıyor, ne haldedir?” diye sordu. Ümmü Cemîl, Ona: “Burada annen var, söylediğimi işitir” dedi. Hz. Ebû Bekir de: “Ondan sana bir zarar gelmez, sırrını yaymaz” deyince, Ümmü
Cemîl: “Hayattadır, hali iyidir” dedi. Tekrar “Şimdi o nerededir?” diye sordu. Ümmü Cemîl: “Erkâm’ın
evindedir.” dedi. Hz. Ebû Bekir: “Vallahi, Resûlullahı gidip görmedikçe, ne yemek yerim, ne de bir şey
içerim!” dedi. Annesi: “Sen, şimdi biraz bekle, herkes uykuya dalsın!” dedi. Herkes uyuyup, ortalık tenhalaşınca, Hz. Ebû Bekir, annesine ve Ümmü Cemîl’e dayanarak, yavaş yavaş Resûlullah’ın yanına vardı.
Sarılıp öptü. Müslüman kardeşleriyle kucaklaştı. Ebû Bekir’in (r.a.) bu hali, Peygamber efendimizi çok
üzdü. Hz. Ebû Bekir: “Yâ Resûlallah! Babam, anam sana fedâ olsun! O azgın adamın, yüzümü gözümü
yerlere sürtüp, beni bilinmez hâle getirmesinden başka bir üzüntüm yok! Bu yanımdaki de, beni dünyâya
getiren annem Selmâ’dır. Onun hakkında duâ buyurmanızı istirham ediyorum. Umulur ki, Allahü teâlâ,
Onu senin hürmetine Cehennem ateşinden kurtarır” dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz, Selmâ’nın
müslüman olması için Allahü teâlâya yalvardı. Resûlullah’ın (s.a.v.) duâsı kabul olunmuştu. Annesi de
hidâyete kavuşup müslümanlığı kabul etti. Böylece ilk müslümanlardan biri olmakla şereflendi.
Hz. Ebû Bekir, Peygamber efendimiz ne söylerse, itiraz etmez hemen kabul ederdi. Hatta herkesin
itiraz ettiği meseleleri bile itirazsız kabullenirdi. Meselâ Peygamberimizin Mi’râc mucizesini kabul etmeleri böyle oldu. Resûlullah efendimiz, Mi’râc’tan dönüp sabah olunca, Kâ’be yanına gidip Mekkelilere
Mi’râcı anlattı. İşiten kâfirler, alay etti. Muhammed aklını kaçırmış, iyice sapıtmış, dediler. Müslüman – 62 –
olmaya niyeti olanlar da vaz geçti. Birkaçı sevinerek Ebû Bekir’in evine geldi. Çünkü bunun akıllı, tecrü-
beli, hesaplı bir tüccar olduğunu biliyorlardı. Kapıya çıkınca hemen sordular: “Ey Ebû Bekir! Sen çok
kerre Kudüs’e gittin geldin. İyi bilirsin. Mekke’den Kudüs’e gidip gelmek ne kadar zaman sürer” dediler.
Hz. Ebû Bekir: “İyi biliyorum. Bir aydan fazla”, dedi. Kâfirler bu söze sevindiler. Akıllı, tecrübeli adamın
sözü böyle olur, dediler. Gülerek, alay ederek ve Ebû Bekir’in de kendi kafalarında olduğuna sevinerek:
“Senin efendin, Kudüs’e bir gecede gidip geldiğini söylüyor, artık iyice sapıttı” diyerek, Ebû Bekir’e sevgi,
saygı ve güven gösterdiler.
Ebû Bekir (r.a.), Resûlullahın mübârek adını işitince, “Eğer O söyledi ise, inandım. Bir anda gidip
gelmişdir” deyip içeri girdi. Kâfirler neye uğradıklarını anlıyamadı. Önlerine bakıp gidiyor ve “Vay canına,
Muhammed ne yaman büyücü imiş. Ebû Bekir’e sihir yapmış” diyorlardı. Ebû Bekir hemen giyinip,
Resûlullahın yanına geldi. Büyük kalabalık arasında yüksek sesle, “Yâ Resûlallah! Mi’râcınız mübârek
olsun! Allâhü teâlâya sonsuz şükürler ederim ki, bizleri, senin gibi büyük Peygambere, hizmetçi yapmakla şereflendirdi. Parlıyan yüzünü görmekle, kalbleri alan, ruhları çeken tatlı sözlerini işitmekle
nimetlendirdi. Yâ Resûlallah! Senin her sözün doğrudur. İnandım. Canım sana fedâ olsun.” dedi. Ebû
Bekir’in sözleri, kâfirleri şaşırttı. Diyecek şey bulamayıp dağıldılar. Şüpheye düşen, imânı zayıf birkaç
kişinin de kalbine kuvvet verdi. Resûlullah (s.a.v.) o gün Hz. Ebû Bekir’e “Sıddîk” dedi. Bu adı almakla,
bir kat daha yükseldi.
Hz. Ebû Bekir, Resûlullah’ın en yakın dostu idi. Ondan hiç ayrılmazdı. Onların bu beraberliği,
Mekke’den Medine’ye hicrette de devam etti. O’na mağara arkadaşı oldu. Mağâra’da üç gün kaldıktan
sonra, ikisi bir deveye binerek yolculuk ettiler. Medine’ye varıncaya kadar Resûlullah’ın bütün hizmetini
O gördü. Medine’deki mescid yapılırken O’nunla beraber çalıştı. Hiçbir hizmetten, fedâkârlıktan geri
kalmadı.
Hz. Ebû Bekir, Resûlullah efendimizle birlikte bütün harplerde bulunmuş, bir kısmında ordu kumandanlığı vazifesi kendisine verilmiştir. Çok şiddetli muharebelerde, Peygamber efendimizin muhâfızlığını yapmış, Efendimize karşı bedenini siper etmiştir. Bedir’de, Uhud’da, Hendek’te müşriklere karşı
büyük kahramanlıklar göstermiştir. Tebük harbinde, sancaktarlık görevini yürütmüştür.
İslâmın zuhurundan 21 yıl sonra Mekke şehri, müslümanlar tarafından feth edildi. Mekke halkı Hz.
Peygamberin huzuruna gelerek İslâm’ı kabul etmeye başladılar. Hz. Peygamber, Safa tepesine oturmuş, yeni müslümanların bîatini kabul ediyordu. Hz. Ebû Bekir babasının yanına gelerek: “Babacığım!
Artık İslâm’ı kabul etme zamanı geldi. Haydi, seni Resûlullah’ın yanına götüreyim dedi. Ebû Kuhâfe’nin
kabul etmesi üzerine, Hz. Ebû Bekir, babasının koluna girerek onu, iki cihanın efendisi Muhammed
aleyhisselâmın huzuruna getirdi. Ebû Kuhâfe, gayet ihtiyardı ve gözleri de görmüyordu. Hz. Peygamber
onları görünce ayağa kalktı ve muhabbet dolu bir sesle: “Ey Ebû Bekir! İhtiyar babana niçin zahmet
verdin? Onu buralara kadar yordun. Biz onun ayağına giderdik” diye iltifat buyurdu. İhlâs, takva ve
sadakat güneşi Hz. Ebû Bekir “Yâ Resûlallah! Babamın sizin ayağınıza gelmesi daha uygundur” dedi.
Ebû Kuhâfe’nin müslüman olmasıyla Hz. Ebû Bekir’in ailesi, Muhammed aleyhisselâmın ümmeti
içinde hiçbir aileye nasip olmayan büyük bir şeref ve fazîlete erişti. Çünkü bir ailede dört kuşak
müslümanlık ve sahabîlik tacını başlarına giymiş oldular. Ebû Kuhâfe, oğlu Ebû Bekir’in halife olduğu
günleri gördü. Hz. Ömer’in hilâfeti devrinde îmânlı olarak âhirete göç etti, Hz. Ebû Bekir hicretin dokuzuncu (m. 631) senesinde Hac kafilesi başkanlığında görev yapmıştır. Peygamber efendimizin (s.a.v.)
son hastalıklarında üç gün imamlık görevinde bulunup, onyedi vakit namaz kıldırmış, üç vaktinde de
Peygamberimiz (s.a.v.), Ebû Bekir’e (r.a.) uyarak arkasında namaz kılmışlardır.
Hz. Ebû Bekir, 10 (m. 632) senesinde, Peygamberimizin vefâtı üzerine Eshâb-ı kirâmın sözbirliğiyle halife seçilmiştir. Peygamberlerin sonuncusu olan Muhammed aleyhisselâmdan sonra müslümanların
halifesi, yani Peygamberimizin vekili ve müslümanların reisi, Hz. Ebû Bekr-i Sıddîk olmuştur. Ondan
sonra da sırası ile Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali halife olmuşlardır. Bu dördünün üstünlük sıraları,
halifelikleri sırası gibidir. Bunlardan ilk ikisinin, yani Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer’in, diğer ikisinden üstün
olduğunu Eshâb-ı kirâmın ve Tâbiîn hazretlerinin hepsi söylemişlerdir. Bu sözbirliğini bütün din âlimleri
haber vermektedir. Ebül-Hasen-i Eş’âri buyuruyor ki “Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer’in (Şeyhaynın), diğer
bütün ümmetten üstün olduğu muhakkaktır. Buna inanmıyan ya cahildir veya inatçıdır” Hz. Ali (r.a.) buyuruyor ki: “Beni, Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer’den üstün tutan, iftira etmiş olur. İftira edenleri dövdükleri
gibi, onu döverim.” Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri de (Gunyet-üt-Talîbîn) kitabında buyuruyor ki Peygamberimiz (s.a.v.) buyurdu ki: “Allahü teâlâdan istedim ki, benden sonra Ali (r.a.) halife olsun.
Melekler dedi ki: Yâ Muhammed Allahü teâlânın dilediği olur. Senden sonra halife, Ebû Bekr-i
Sıddîkdır”, Abdülkâdir-ı Geylânî yine buyurdu ki: Ali (r.a.) dedi ki: Peygamber (s.a.v.) bana dedi ki:
“Benden sonra halife Hz. Ebû Bekir olacaktır. Ondan sonra Ömer, ondan sonra Osman, ondan
sonra da Sen (r.a.) olacaksın!” – 63 –
Hz. Ali (r.a.) buyuruyor ki: Ebû Bekir (r.a.) doğru sözlüdür. Ondan işittim ki, Resûlullah (s.a.v.)
“Günah işleyen biri, pişman olur, abdest alıp, namaz kılar ve günahı için istiğfâr ederse, Allahü
teâlâ, o günahı elbette af eder. Çünkü Allahü teâlâ, Nisâ sûresi yüzdokuzuncu âyetinde: Biri gü-
nah işler veya kendine zulüm eder, sonra pişman olup, Allahü teâlâya istiğfâr ederse Allahü
teâlâyı çok merhametli ve af ve mağfiret edici bulur buyurmaktadır” dedi.
Resûlullah’ın (s.a.v.) vefât ettiği haberi, Eshâb-ı kirâm arasında yayılınca herkesin aklı başından
gitti. Hz. Ömer kılıcı eline alıp, “Resûlullah öldü” diyenin kellesini uçururum, deyip ortaya çıktı. Herkes,
üzüntüden ve Ömer’in (r.a.) bu halinden korktuğu halde, Hz. Ebû Bekir, cesaretini muhafaza ederek,
Eshâb-ı kirâmın arasına girdi. Onlara Resûlullah’ın da öleceğini, O’nun da bir insan olduğunu bildiren
âyet-i kerîmeyi okuyup, te’sîrli sözler söyleyerek nasîhat etti. Halkı sükûna ve huzura kavuşturdu. Derhal
halife seçimi yapıldı. Müslümanlar başsızlıktan, dağınıklıktan kurtarıldı.
Hz. Ebû Bekir Pazartesi günü halife seçilince, Salı günü, Mescid-i şerîfe gelip, Eshâbı topladı.
Minbere çıktı. Hamd ve senadan sonra: “Ey Müslümanlar! Sizin üzerinize halife ve emir oldum. Halbuki,
sizin en iyiniz değilim. Eğer iyilik yaparsam bana yardım ediniz. Fena bir iş yaparsam, bana doğru yolu
gösteriniz. Doğruluk emanettir. Yalancılık hıyânettir. Sizin zayıfınız, bence çok kıymetlidir. Onun hakkını
kurtarırım. Kuvvetine güveneniniz ise, bence zayıftır. Çünkü ondan başkasının hakkını alırım. İnşa
Allahü teâlâ, hiçbiriniz cihadı terk etmesin. Cihadı terk edenler zelîl olur. Ben Allah’a ve Resûlüne itâat
ettikçe, siz de bana itâat ediniz. Eğer ben Allah’a ve Resûlüne âsi olur, doğru yoldan saparsam, sizin de
bana itâat etmeniz lazım gelmez. Kalkınız, namaz kılalım. Allahü teâlâ hepinize iyilik versin.” dedi.
Resûlullah efendimiz (s.a.v.) vefât edince, İslâmiyetten ayrılma tehlikesi birdenbire büyüdü. Her tarafı dehşet bürüdü. Yemen’deki ve başka yerlerdeki memurlar geri gelmeye, kara haberler getirmeğe
başladılar. Müslümanlar ne yapacaklarını şaşırdılar. Mekke, Medine ve Tâiften başka bütün Arabistan
halkı İslâmiyetten ayrıldılar. Mürtedlerin sayısı yanında müslümanlar pek az idi. Fakat, Resûlullahın halifesi, zamân-ı seâdetteki gelişmeyi hiç değiştirmemeye ve Resûlullahın niyetlerini yerine getirmeye kararlı idi. Halife seçiminden sonra, Eshâb-ı kirâm arasında Hz. Üsâme’nin sefere gidip gitmemesi hakkında
ihtilaf edilmişti. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Üsâme’yi sekizbin kişilik bir kuvvetle Şam tarafına göndermişti.
Mübârek eliyle Üsâme’ye bir de bayrak vermişlerdi. Ordu henüz Medine’den çıkmamıştı. Resûl-i Ekrem
(s.a.v.) vefât ettiler. Muhacirler ve ensar (r.a.) bu kuvvetin Şam’a gönderilmemesini istiyorlardı. Çünkü,
bir taraftan yahudi ve hıristiyanlar, diğer tarafdan mürted ve münafıklar dine saldırıyorlardı. Bu kadar
kuvveti kendimizden uzak tutarsak halimiz ne olur! diyorlardı. Hz. Ebû Bekir, “Kuvvetimiz olmadığını her
tarafın boş olduğunu görerek, kurtlar gelip çoluk çocuğumuzu evden çekip götürmeye kalkışsalar, yine
bayrağını Resûl-i Ekrem’in (s.a.v.) mübârek eliyle verdiği Üsâme’nin (r.a.) ordusunu Şam’a gönderece-
ğim” buyurup hemen gönderdi. İslâm düşmanları bu hareketi görüp korktular. Müslümanlar kuvvetli olmasaydı, bu kadar kuvveti uzağa göndermezlerdi, dediler. Mürtedlerle (dinden ayrılanlar) muharebeyi
göze aldı. Her tarafa birlikler gönderdi. Medine’ye hücuma hazırlanan düşman üzerine, gece şiddetli bir
çıkış yaparak, sabaha kadar savaştı. Hepsini dağıttı. Yanındaki askerlerle birlikte, uzakdaki mürtedlerle
muharebeye gitmek üzere devesine bindi. Fakat, Hz. Ali (r.a.) halifenin devesinin yularını tutup, “Ey Resûlün halifesi! Nereye gidiyorsun? Sana Resûlullahın Uhud muharebesinde söylediğini söylerim. O gün
sana (Kılıcını kınına sok! Ölümünle bizi yakma!) buyurmuştu. Vallahi, sana bir hâl olur ise,
müslümanlar, senden sonra düzen bulmaz” dedi. Eshâb-ı kirâmın hepsi, Hz. Ali’yi tasdîk etti. Bunun
üzerine halife hazretleri Medine-i münevvere’ye döndü. Sonra, onbir kabileye bölükler gönderdi. Bunlardan Hz. İkrime emrindeki asker, Yemâme’de, Müseyleme’nin kırkbin askerine karşı gelemedi. Halife, Hz.
Hâlid bin Velîd’i imdada gönderdi. Hz. Hâlid, Talha ve Sücâh ve Mâlik bin Nüveyre’yi perişan edip, Medine’ye dönmüştü. Yemâme’de de büyük zafer kazandı. Yirmibin mürted öldürdü. İkibine yakın
müslüman şehîd oldu. Amr İbn-i Âs (r.a.) da, Huzâ’a kabilesini hidâyete getirdi. Âlâ bin Hadremi (r.a.)
Bahreyn’de çetin muharebeler yapıp mürtedleri dağıttı. Huzeyfe, Arfece ve İkrime, (r.a.) Umman ve Bahreyn’de birleşip, mürtedleri bozdular. Onbin mürted öldürdüler. Halife, Hâlid bin Velîd’i (r.a.) Irak tarafına
gönderdi. Hîre’de yüzbin altın cizye aldı. Hürmüz kumandasındaki İran ordusunu bozdu. Basra’da
otuzbin kişilik orduyu perişan etti. İmdada gelen büyük ordudan yetmişbin kâfir öldürüldü. Sonra, çeşitli
muharebelerle, büyük şehirler aldı. Halife, Medine’de ordu toplayıp, Hz. Ebû Ubeyde kumandasında
Şam taraflarına, Amr İbni Âs’ı (r.a.) da Filistin’e gönderdi. Sonra Yezîd bin Ebû Süfyân’ı Şam’a yardımcı
gönderdi. Sonra asker toplayıp, Hz. Muâviye kumandasında, kardeşi Yezîd’e yardımcı gönderdi. Hz.
Hâlid bin Velîd’i de Irak’dan Şam’a gönderdi. Hz. Hâlid, askerin bir kısmını Müseynâ’ya bırakıp, birçok,
muharebe ve zaferlerle Suriye’ye geldi.
İslâm askerleri birleşerek Ecnadin’de büyük Rum ordusunu yendiler. Sonra, Yermük’de 46.000 İslâm askeri, Herakliyüs’ün 240 000 askeri ile uzun ve çetin savaşlar yapıp galip geldi. Yüzbinden ziyâde
Rum askeri öldürüldü. Üçbin müslüman şehîd oldu. Bu muharebede İslâm kadınları da harp etti. Baş
kumandan Hz. Hâlid bin Velîd’in ve Hz. İkrime’nin şaşılacak kahramanlıkları görüldü. Bütün bu zaferler, – 64 –
halifenin cesareti, dehası, güzel idaresi ve bereketi ile oldu. Yermük savaşı yapılırken, halife Medine’de
vefât etti.
Onun devrinde, İslâm devlet idaresinin temelleri sağlamlaşmış, Kur’ân-ı kerîm’in bir hükmü dışına
çıkılmadığı gibi, dinden ayrılmak isteyenlere fırsat verilmemiştir. Mürtedlerle yapılan bu harplerden
Yemâme’de, birçok hâfız şehîd olmuştu, Hz. Ömer’in de teklifi ile Kur’ân-ı kerîm’in bir kitap halinde toplanması kararlaştırılıp, bu görev Zeyd bin Sâbit’e (r.a.) verildi. Hz. Ebû Bekir’in en büyük hizmetlerinden
biri de, Kur’ân-ı kerîmi kitap halinde toplatması olmuştur.
Cebrâil aleyhisselâm her sene bir kerre gelip, o ana kadar inmiş olan Kur’ân-ı kerîm’i, Levh-ilMahfuz’daki sırasına göre okur, Peygamber (s.a.v.) efendimiz dinler ve tekrar ederdi. Âhireti teşrif edeceği sene, iki kerre gelip, tamamını okudular. Muhammed aleyhisselâm ve Eshâbından çoğu, Kur’ân-ı
kerîm’i tamamen ezberlemişti. Bazıları da bazı kısımları ezberlemiş, birçok kısımlarını yazmışlardı. Muhammed aleyhisselâm ahirete teşrif ettiği sene, halife Ebû Bekir (r.a.) ezber bilenleri toplayıp ve yazılı
olanları getirtip, Hz. Zeyd bin Sâbit’in başkanlığındaki bir hey’ete, bütün Kur’ân-ı kerîm’i kâğıt üzerine
yazdırdı. Böylece, Mıshaf veya Mushaf denilen bir kitap meydana geldi. Otuzüçbin Sahâbî bu Mushaf’ın
her harfinin, tam yerinde olduğuna söz birliği ile karar verdi. Sûreler belli değildi. Üçüncü halife Osman
(r.a.) hicretin yirmibeşinci senesinde, sûreleri birbirinden ayırdı, yerlerini sıraladı. Altı tane daha Mushaf
yazdırıp, Bahreyn, Şam, Basra, Bağdâd, Yemen, Mekke ve Medine’ye gönderdi. Bugün, bütün dünyâda
bulunan mushaflar, hep bu yedisinden yazılıp, çoğalmıştır. Aralarında bir nokta farkı bile yoktur.
Hz. Ebû Bekir, Eshâb-ı kirâmın en çok ilim sahibi olanlarındandı. Her ilimde müracaat kaynağı olmuştur. İslâmî ilimlerin bütün meselelerini bilirdi. Nitekim Resûlullah efendimiz O’nun hakkında “Allahü
teâlânın kalbime akıttıklarını, Ebû Bekir’in kalbine akıttım” buyurmuştur. Böylece O, Muhammed
aleyhisselâmdan sonra insanların en üstünü oldu. Hicrette O’nun yol arkadaşı idi. Mağarada beraber
idiler. Hayatı boyunca Peygamber efendimizin yanından hiç ayrılmadı. Her işinde O’nun veziri oldu. Bir
meselede Eshâb-ı kirâm ile istişare ederken Hz. Ebû Bekir’i sağına, Hz. Ömer’i de soluna oturturdu.
Görülecek mesele hususunda, önce bu ikisinin reyini, görüşünü sorar, sonra da diğer Sahâbîlerin görüş-
lerine yer verirdi. Çünkü Hz. Ebû Bekir’in ilmi o kadar yüksekti ki, Eshâb-ı kirâmın (r.a.) en yükseklerinden olan Hz. Ömer, Peygamber efendimizin Hz. Ebû Bekir seviyesinde anlattığı şeyleri anlayamazdı.
Hz. Ömer bir gün geçerken, Resûlullahın (s.a.v.) Ebû Bekir Sıddîk’a (r.a.) birşey anlattığını gördü. Yanlarına gidip dinledi. Sonra, başkaları da, gördü ise de, gelip dinlemeğe çekindiler. Ertesi gün, Ömer’i
(r.a.) görünce, “Yâ Ömer, Resûlullah (s.a.v.) dün size bir şey anlatıyordu. Bize de söyle, öğrenelim” dediler. Çünkü o daima, “Benden duyduklarınızı, din kardeşlerinize de anlatınız! Birbirinize duyurunuz!” buyururdu. Hz. Ömer, “Dün Ebû Bekir (r.a.) Kur’ân-ı kerîm’den anlayamadığı bir âyetin mânâsını
sormuş, Resûlullah ona anlatıyordu. Bir saat dinledim, birşey anlıyamadım” dedi. Çünkü Ebû Bekir’in
yüksek derecesine göre anlatıyordu. Ömer (r.a.) o kadar yüksek idi ki, Resûlullah (s.a.v.), “Ben Peygamberlerin sonuncusuyurn. Benden sonra peygamber gelmeyecektir. Eğer, benden sonra Peygamber gelseydi, Ömer Peygamber olurdu” buyurdu. Böyle yüksek olduğu halde ve Arabiyi çok iyi
bildiği halde, Kur’ân-ı kerîm’in Hz. Ebû Bekir’e anlatılan tefsîrini anlıyamadı. Çünkü Resûlullah (s.a.v.)
herkesin derecesine göre anlatıyordu. Ebû Bekir’in derecesi, ondan çok daha yüksekti. Fakat, bu da,
hatta Cebrâil aleyhisselâm dahi, Kur’ân-ı kerîm’in mânâsını, esrarını, Resûlullah’a sorardı. Resûlullah
Kur’ân-ı kerîm’in hepsinin tefsîrini Eshâbına bildirmiştir. Kur’ân-ı kerîm’in tefsiri için lâzım olan bütün
ilimler, Hz. Ebû Bekir’de mevcuttu. Yaşadığı zamanda Kureyş’in âlimi olarak tanınırdı. Gayet güzel konuşur, Arap dilinin belâgatına da vâkıftı. Resûlullahtan (s.a.v.) çok feyizlere kavuşmuş, Kur’ân-ı kerîm’in
mânâsına ve hakikatine ait bütün bilgileri bizzat O’ndan almıştır. Kur’ân-ı kerîm’den hüküm çıkarmak
hususunda üstün bir kudret ve maharet sahibi idi. Âyet-i kerîmelerin ve hadîs-i şerîflerin mânâ ve
hakikatlarına hakkıyla muttali (öğrenmiş) idi. Eshâb-ı kirâm ve Tâbiînin âlimleri, birçok âyet-i kerîmelerin
tefsîrini O’ndan alıp bildirmişlerdir.
Hz. Ebû Bekir’in hadîs ilminde de üstün bir hizmeti olmuştur. Resûlullah’ın her haline ve her işine
pek yakından vâkıf bulunuyordu. Eshâb-ı kirâm, birçok meselede Resûlullah’ın nasıl hareket ettiğini Ebû
Bekir’den (r.a.) soruyordu. Kendisinden, Hz. Ömer bin Hattâb, Osman bin Affân, Aliyyü’l-Mürtezâ,
Abdurrahman bin Avf, Abdullah İbni Mes’ûd, Abdullah İbni Abbas, Abdullah İbni Ömer, Huzeyfet-ülYemânî, Zeyd bin Sâbit (r.anhüm.) ve daha birçok Sahâbî hadîs-i şerîf rivâyet etmişlerdir. Resûl-i Ekrem’in (s.a.v.) vefâtından sonra hemen hilâfet işlerine başlaması ve meşguliyetinin çok olması ve her
işittiğini rivâyet edecek kadar uzun yaşamamış olması sebebiyle rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerin sayısı
azdır. Bunların 142 adet olduğu kaynak eserlerde zikredilmektedir. Resûlullah efendimizden bizzat işiterek rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerin bazıları şunlardır:
“Misvak ağzı temizlemeğe, Cenab-ı Hakk’ın rızasına kavuşmağa vesîledir.”
“Allahü teâlâ’dan ömrünüzün başında ve sonunda afiyet ve yakîn isteyeniz.”
“İmamlar (halîfeler) Kureyştendir.” – 65 –
“Doğruluğa ve iyiliğe dikkat edin, zira bu ikisi Cennete götürür. Yalandan ve kötülükten sakının, zira bunlar Cehenneme götürür.”
“Peygamberler miras bırakmazlar. Onların bıraktıkları sadakadır.”
“Peygamberler, ruhunun kabz olunduğu yere (vefât ettikleri yere) defin olunurlar.”
Ebû Bekr-i Sıddîk’ın (r.a.), fıkıh ilminde üstün bir yeri vardır. Eshâb-ı kirâmın en büyük
fakîhlerindendi. Resûl-i Ekrem’in zamanında bile fetva verirdi. Resûlullah’tan yayılan bütün ilimlere ve
feyizlere ayna olmuştu. İslâmî ilimlerin her meselesini bilirdi (ve hükümlerinin hepsine hakkıyla vâkıftı).
Eshâb-ı kirâmın içinde “fukahâ-ı seb’a” adı ile meşhûr olan yedi büyük âlimden biri de Hz. Ebû Bekir idi.
Fetvalarının adedi itibarıyla bunların mutavassıtlarındandı? Kendi hilafeti devrinde kurulan dîni müesseselerden (kuruluşlardan) biri de, “İftâ makamı” (fetva makamı) idi. Bu kuruluşun en önemli görevi, fıkhî
(dini meseleleri araştırıp, tetkik ve tahkik edip), dînî hükümlerde icma’ın (birliğin) hâsıl olmasına çalış-
maktı. Müslümanların sorularına cevap vermek suretiyle, hem onlara faydalı olunuyor, hem de, ilmin
gelişmesi temin ediliyordu (sağlanıyordu). İslâmiyetin zimmîlere (gayri müslim vatandaşlara) tanıdığı
bütün haklar eksiksiz yerine getirilmekteydi.
Hz. Ebû Bekr-i Sıddîk, tasavvuf ilminin bütün yüksek marifetlerine kavuşmuştu. Resûlullah’ın kalbine akıtılan feyizlerin, marifetlerin hepsi O’na da verilmişti. Resûlullah’tan sonra Allahü teâlâyı en iyi
tanıyan ve en çok ibadet eden O’dur. Tasavvuf, Resûlullahın (s.a.v.) izinde bulunmak, O’nun gösterdiği
yoldan ayrılmamaktır. İnsanların yaratılışları ayrı ayrı olduğu için tasavvuf yolları da ayrılmıştır. Bu ümmetin sonra gelen evliyâsı, Resûlullah’tan gelen feyizlere, nurlara iki yoldan kavuşmuştur. Birisi nübüvvet yolu, diğeri de vilâyet yoludur. Müslümanlar, nübüvvet yolunun bütün marifetlerine, Hz. Ebû Bekir
vasıtası ile kavuşmuşlardır. Eshâb-ı kirâmın hepsi, Allahü teâlâya bu yoldan kavuştular.
Ebû Bekr-i Sıddîk (r.a.) Neseb ilminde de yükselmişti. Arapların soylarına ait vak’aları (olaylar) en
iyi bilendi. Aralarındaki kan davalarını halleder, O’nun hakemliğine ve kararlarına itirazları olmazdı.
Hz. Ebû Bekir’in fazîletleri, üstünlükleri çoktur. Bunların her biri, Kur’ân-ı kerîm’in, hadîs-i şerîflerin
ve Eshâb-ı kirâm ile diğer din âlimlerinin haber vermesiyle anlaşılmıştır. Bu ümmet içinde, Peygamberimizden (s.a.v.) sonra olma se’âdetinin sahibi, Ebû Bekir Sıddîk’dır. Çünkü dîni kuvvetlendirmek ve Peygamberlerin efendisine yardım etmek için, malını dağıtmakta, cihad etmekte, yani düşmanlarla şiddetli
mücadele etmek ve şânını, şerefini kaybetmekte, öncelerin öncesi odur. Ebû Bekir Sıddîk’ın (r.a.) diğer
müslümanların en üstünü olmasının sebebi, imâna gelmekte, malının çoğunu ve canını fedâ etmekte ve
her türlü hizmette, başkalarının önünde bulunmasıdır. Hadid sûresinin onuncu âyetinde: “Mekke-i
Mükerreme’nin fethinden önce malını veren ve cihâd eden kimseye, fetihden sonra malını dağı-
tan ve cihâd edenden daha büyük derece vardır. Allahü teâlâ hepsine Cenneti va’d etti” âyet-i
kerîmesi, onun için indirilmiştir ve yine Tevbe sûresinin yüzüçüncü âyetinde, “Önce imâna gelenlerden,
her fazîlette öne geçenlerden, hem Mekke’den gelen Muhacirlerden, hem de Medine’de bunları
karşılayıp, yardım eden Ensârdan, önde olanlardan ve iyilikte bunların izinde gidenlerden Allahü
teâlâ razıdır. Hepsini sever. Onlar da, Allahü teâlâdan razıdır. Allahü teâlâ, onlara Cenneti hazırladı. Cennette sonsuz kalacaklardır” buyuruldu.
Feth sûresi onsekizinci âyetinde, “Ağaç altında, sana söz veren mü’minlerden, Allahü teâlâ
elbette râzıdır” müjdesine, Ebû Bekir (r.a.) de dahildir. Nitekim Resûlullah (s.a.v.) de “Ağaç altında
benimle sözleşenlerden hiçbiri Cehenneme girmez!” buyurdu. Bu sözleşmeye “Bi’at-ür-Rıdvân” denir. Çünkü, Allahü teâlâ, bunlardan razıdır. Bunlar, bindörtyüz kişi idi.
Bedir Gazasında, Ramazan-ı şerîfin onyedinci Cuma günü, Temmuz ayının öğle sıcağında, iki taraf hücum etmişti. Resûlullah (s.a.v.) Ebû Bekir, Ömer, Ebû Zer, Sa’d ve Sa’îd ile (r.anhüm) kumanda
yerinde oturmuştu, İslâm askeri sıkıntı çekiyordu. Sa’d ve Sa’îd’i (r.a.) yardımcı gönderdi. Sonra Ebû
Zer’i (r.a.) gönderdi. Sonra, Ömer’i (r.a.) gönderdi. Bir saat geçti. Ebû Bekir, sıkıntının azalmadığını gö-
rerek, kılıcını çekip, atını sürerken, Resûl-i Ekrem (s.a.v.) elinden tutup, “Yanımdan ayrılma ya Ebâ
Bekir! Bedenime ve kalbime gelen her sıkıntı, senin mübârek yüzünü görmekle hafifliyor. Seninle
kalbim kuvvetleniyor.” buyurdu. Hicretten evvel altı köle âzâd etmiştir. Yedinci olarak Bilâl-i Habeşî’yi
(r.a.) âzâd edince, hakkında Leyl sûresi onyedinci: “Takva sahibi olan Cehennem ateşinden uzaklaş-
tırılacaktır” âyet-i kerîmesi indirildi. İbni Ömer (r.a.) Resûlullah’dan (s.a.v.) bildirdi. Resûlullah (s.a.v.),
Hz. Ebû Bekir’e: “Sen benim havuz başında ve mağarada arkadaşımsın” buyurdu. Resûlullah
(s.a.v.) kâfirlerden mağarada saklanınca, gizli ve aleni herşeyine vâkıf olan sadece Ebû Bekir idi. O ise,
sâdık, sıddîk, muhlis mü’minlerdendi. Halini bildiği için, bu korkulu yerde onunla arkadaşlığı tercih etti.
Bu hicret Allahü teâlânın izni ile idi. Demek ki, Allahü teâlâ, Habîbine, başka akraba ve yakınlarını değil,
özellikle Hz. Ebû Bekir Sıddîk’ı arkadaş etti. Bu özellik Ebû Bekir’in (r.a.) şerefini ve diğerlerinden üstün
olduğunu göstermektedir. – 66 –
Hazerde ve seferde Resûlullahdan hiç ayrılmadı, hep yanında bulundu. Bu da Resûlullaha olan
sevgisinin doğruluğunu, O’nun arkadaşı olduğunun açık delilidir. Resûlullahı o kadar severdi ki, malını,
canını, her şeyini O’nun için fedâ etmiş ve her an fedâya hazır halde idi.
Tevbe sûresi kırkıncı: “Mekke kâfirleri onu Mekke’den çıkardıklarında ikinin ikincisi, (ya’ni Hz.
Ebû Bekir) ile mağaradaydılar” âyeti ile, Allahü teâlâ onu, Resûlullahın ikincisi kıldı. Bunda Hz. Ebû
Bekir için son derece üstünlük vardır. Bazı âlimler, Hz. Ebû Bekir, çoğu zaman Resûlullahın yanında idi,
dediler.
Resûlullah insanları imâna davet etti. Ebû Bekr-i Sıddîk îmân edenlerin birincisi oldu. Böylece imânda O’nun ikincisi oldu. Sonra Hz. Ebû Bekir insanları Allah’a ve Resûlüne imâna çağırdı. Birçokları
bu çağrıyı kabul etti. Böylece davette de ikincisi oldu. Her savaşta Resûlullahın yanında idi. Bedir’de de
O’nun ikincisidir. Resûlullah hastalanınca, O’nun yerine insanlara imam olup, öne geçti. Bu hususta da
ikinci oldu. Resûlullahdan sonra O’nun türbesine defin olunmada da ikincisi oldu. Bunlar hep O’na en
yakın olma delilleridir. Allahü teâlâ, Resûlünün arkadaşı olarak, Hz. Ebû Bekir’i Kur’ân-ı kerîm’de bilhassa bildiriyor ve: “O vakit Peygamber, arkadaşına, mahzun olma!” diyordu” buyuruyor. Üçüncüleri
Allahü teâlâ idi. Allahü teâlânın kendisiyle olduğu bir kimse ise, şüphesiz, şeref ve fazîlet yönünden di-
ğerlerinden üstündür.
Hz. Ebû Bekir’in ismi geçince, Hz. Ömer şöyle dedi: “Ömrümdeki bütün amelimin Hz. Ebû Bekir’in,
bir gün ve gecelik ameli gibi olmasını isterdim. O’nun o mes’ûd gecesi ki, Resûlullah (s.a.v.) ile birlikte
mağaraya gitti. Mağaraya varınca. “Allah için, yâ Resûlallah içeri girmeyin! Ben gireyim, içerde zararlı bir
şey varsa, bana gelsin, mübârek zâtınıza bir keder, bir elem gelmesin” dedi ve içeri girdi. İçeriyi süpürüp
temizledi. Sağında solunda bir çok irili ufaklı delikler gördü. Hırkasını parçalayıp, delikleri kapadı. Bir iki
delik kaldı. Onları da ayakları ile kapayıp, sonra Resûlullaha, içeri girmesini söyledi. Resûlullah (s.a.v.)
içeri girdi ve mübârek başını Ebû Bekir’in kucağına koyup uyudu. Ayağını yılan soktu. Resûlullah uyanır
korkusuyla, sabredip, hiç hareket etmedi. Gözyaşı Resûlullahın mübârek yüzüne damlayınca: “Ne oldu
yâ Ebâ Bekir?” buyurdu.
Hz. Ebû Bekir ayağım ile kapattığım delikten bir yılan ayağımı soktu. Ayağımı çekersem çıkıp size
zarar vereceğinden korkuyorum, dedi. Resûlullah (s.a.v.) ayağını çek buyurdular. Ayağını çekince heybetli ve zehirli bir yılan çıktı. “Ey utanmaz yılan, benim mağara arkadaşıma, sırdaşıma eziyyet etmeğe Allahü teâlâdan korkup, benden utanmıyor musun?” buyurdu. Yılan, “Ey Allahın Habîbi, insanların, cinnin Peygamberi. Sana yalnız insanlar değil, hayvanlar, kuşlar, yılanlar, karıncalar, hepsi
âşıktır. Hattâ bu köleniz gözü yaşlı, büyüklerimizden yüksek vasıflarınızı dinlemiş, mübârek yüzünüzü
görmeğe âşık olmuştur. Bu mağarayı şereflendireceğinizi biliyordum. Onun için çok zamandan beri bu
sıkıntılı mağarada gece gündüz demeyip yolunuzu bekliyordum. Sıddîk, bu karanlık mağaraya sabahı,
siz de güneşi getirdiniz. Fakat Sıddîk, sizi görmeme mani olunca benden korku ve haya kalktı. Bu küstahlığa cesaret ettim.” diyerek özür diledi. Resûlullah (s.a.v.) özürünü kabul etti. Hz. Ebû Bekir’in yarası-
na mübârek tükrüğünden sürdü. Hemen iyi oldu.
Peygamberimize, (s.a.v.) bir gümüş yüzük hediye getirmişlerdi Hz. Ebû Bekir’e, “Yâ Atik, bu yü-
züğü bir kuyumcuya götür. Üzerine (Lâ ilâhe illallah) yazılsın.” buyurdu. Hz. Ebû Bekir yüzüğü alıp
kuyumcuya götürdü. Bu yüzüğün üzerine “Lâ ilâhe illallah Muhammedün resûlullah” yaz, dedi.
Resûlullah (s.a.v.), böyle emretmemişdi. Fakat Allahü teâlânın ism-i şerîfi ile Resûl-i Ekrem’in ism-i şerî-
finin ayrı olmasını uygun görmemişti.
Kuyumcu Hz. Ebû Bekir’in söylediği gibi yazdı. Hz. Ebû Bekir kuyumcudan alıp, Resûlullaha
(s.a.v.) götürürken Hak teâlâ Cebrâil aleyhisselâma, “Çabuk git, Habîbimin yüzüğüne Ebû Bekir ismini yaz, çünkü Ebû Bekir benim ismim ile Habîbimin isminin ayrı olmasını uygun bulmadı. Ben
de Habîbimin isminden Ebû Bekir’in ismini ayırmağı uygun görmedim” buyurdu. Cebrâil
aleyhisselâm derhal yetişip, mübârek yüzük Hz. Ebû Bekir’in elinde iken ve haberi yok iken yüzüğe Ebû
Bekir ismini yazdı. Sonra Ebû Bekir (r.a.) yüzüğü Sultân-ı enbiyâya teslim etti. Resûl-i Ekrem (s.a.v.)
yüzüğe baktılar. Yüzüğün üzerinde (Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah, Ebû Bekir Sıddîk) yazılı
idi. Hz. Ebû Bekir’e bu yüzüğün üstüne yalnız Lâ ilâhe illallah yazılması söylenmişti. Halbuki fazla yazılmış hikmeti nedir? diye sordular. Hz. Ebû Bekir çok utandı, terledi. Bir cevap vermeden Cebrâil
aleyhisselâm gelip, Hak teâlânın selâmını söyledikten sonra, Ebû Bekir’in kendi adının yazıldığından
haberi yoktur, ben yazdırdım. Habîbim üzülmesin buyurduğunu söyledi ve olanları anlattı.
Hz. Ebû Bekir, müslüman olunca Allahü teâlânın rızası, Habîbullahın aşkı için seksenbin altın fakîrlere sadaka verdi. Kırkbin altını gizli, kırkbini de aşikâre vermişti. Bundan sonra giyecek elbisesi bile
kalmamıştı. Sonra eski bir mutaf (keçi kılından dokunmuş elbise) eline geçti. Arkasına giydi. Namaz vakitleri haricinde göğsüne kadar tandıra girer, mutafı arkasına alırdı. Namazları evinde kılardı. Böylece üç
gün geçti. Resûlullah (s.a.v.) dördüncü gün sabah namazından sonra Eshâb-ı kirâma dönerek, “Ebû
Bekir Sıddîk üç gündür mescide gelmiyor. Acaba hasta mıdır, gidip hatırını soralım” buyurdular. O – 67 –
sırada Cebrâil aleyhisselâm siyah mutaf giymiş vaziyette geldi. Resûl-i ekrem Cebrâil aleyhisselâmı gö-
rünce rengi değişti. Ey kardeşim Cebrâil bu ne haldir? diye sordular. Yâ Resûlallah gökteki bütün melekler böyle giydiler, dedi. Neden bu şekilde giydiler diye sorunca, Yâ Resûlallah! Hz. Ebû Bekir Hak
teâlânın rızası ve senin dinin uğruna, kırkbini gizli, kırkbini de aşikâre olarak seksenbin altın sadaka verdi. Hiç giyeceği kalmadığı için üç gündür mescide gelemedi. Hak teâlâ sana selâm edip, Hz. Ebû Bekir’e
bir elbise gönderilmesini emir buyurduğunu haber verdi. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) eshâbına, “Kimde bir
fazla elbise varsa versin! Hak teâlâ ona çok sevab verip, Firdevs Cennetinde bana komşu yapacaktır.” buyurdu. Eshâb-ı kirâmın hiçbirinin fazla elbisesi yoktu. Sonunda bir Sahâbî başka birisinden bir
elbise bulup, Hz. Ebû Bekir’e gönderdi. Hz. Ebû Bekir o elbiseyi giyip, Resûl-i Ekrem’in huzuru ile şereflenmek için yola çıktı. Henüz huzura varmadan Cebrâil aleyhisselâm gelip, Yâ Resûlallah! Hak teâlâ
sana selâm edip, Ebû Bekir’i karşılamanızı emir buyurdu, dedi, Resûlullah (s.a.v.) Hz. Ebû Bekir’e karşı
çıkıp musâfeha etti. Bütün Eshâb-ı kirâm da musâfeha edip, hepsi candan Hz. Ebû Bekir’e duâ ettiler.
Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden Ebû Sa’îd-i Hudrî (r.a.) şöyle bildiriyor: Birgün Resûlullah (s.a.v.)
hutbe okuyordu. Hutbelerinde: “Allahü teâlâ bir kulunu dünyâ ile kendi katında olan arasında serbest bıraktı. O da, Allahü teâlâ katında olanı seçti” buyurdu. Hz. Ebû Bekir bunu duyunca ağladı.
Kendi kendime, bu zatı hangi şey ağlatıyor. Kulunu Allahü teâlâ, dünyâ ile kendi katında olan arasında
serbest bıraktı, o da Allahü teâlâ katında olanı seçti. Ebû Bekr-i Sıddîk bizim en âlimimiz idi.
Resûlullahın (s.a.v.) Ona, “Ey Ebû Bekir, ağlama! Arkadaşlığı ve malı bana Ebû Bekir’den daha
bereketli olan yoktur. Eğer ümmetimden dost edinseydim, Ebû Bekir’i edinirdim. Fakat İslâm
kardeşliği ve muhabbeti vardır.” Hz. Ebû Bekir’in mescide açılan kapısı hariç, diğer bütün kapıları
kapattırdı. “Onun kapısında nûr görüyorum.” buyurduğundan, âlimler, bu kendisinden sonra onun
halifeliğine işarettir, dediler.
İbni Münzir, Hz. Ali’den (r.a.) bildirir: “Bu ümmetin Resûlullahdan sonra en üstünü Ebû Bekir, sonra
Ömer, sonra Osman’dır (r.a.)” sonra da kendisinin olduğunda ittifak vardır. Hz. Ebû Bekir’den başka hiç
kimse Cebrâil aleyhisselâmdan vahiy işitmemiştir.
Resûlullah efendimiz, Mi’râc gecesi Cebrâil aleyhisselâma: “Ümmetimin hepsine sual, hesap
var mıdır?” diye sordu. “Ebû Bekir’den başka herkese vardır. Ona, (Buyur! Hesapsız Cennete gir!) denilecektir. O da (Yâ Rabbî! Dünyâda beni sevenleri bana bağışla, onlarla birlikte Cennete girelim) diyecektir.”
Diline hâkim olmak, lüzumsuz hiçbir söz söylememek için mübârek ağzına taş koyardı. Mecbur
olmadıkça asla dünyâ kelâmı söylemezdi. Bir hadîs-i şerîfte: “Ebû Bekir’in imânı, bütün mü’minlerin
imânları ile tartılsa, Ebû Bekir’in imânı ağır gelir” buyuruldu.
Hz. Ömer anlatır: “Tebük gazasında, Resûlullah (s.a.v.) herkesin sadaka getirmesini emir buyurmuştu. O sırada benim de malım çok idi. Her zaman Hz. Ebû Bekir hepimizden fazla sadaka verirdi. Bu
sefer de ben en fazla vereyim düşüncesiyle malımın yarısını götürdüm. Resûlullah, “Ey Ömer evine ne
kadar mal bıraktın!” buyurdu. Bunun kadar da evimde var dedim. O esnada, Ebû Bekir (r.a.) geldi.
Resûlullah (s.a.v.) O’na da, “Evine ne kadar mal bıraktın!” buyurdu. Hiç bir şey bırakmadım dedi. “İ-
kinizin arasındaki fark, cevaplarınız arasındaki fark kadardır.” buyurdu.
Hz. Ebû Bekir ile Ebûdderdâ (r.a.) beraber bir yolda giderken, dar bir yere geldiler. Hz. Ebûdderdâ
önde, Hz. Ebû Bekir arkada yürürlerdi. O sırada, karşıdan Resûl-i Ekrem parlak ay gibi göründü. Hz.
Ebûdderda’ya hitaben: “Neden Ebû Bekir’in önünde yürüyorsun! Onun daha üstün olduğunu bilmiyor musun? Böyle gitmek edebe aykırı değil midir?” buyurdu. Ebûdderdâ (r.a.) hatasını anlayıp
tevbe etti.
Birgün Eshâb-ı kirâm Resûlullaha, Hz. Ebû Bekir’den şikâyet için gelip, “Yâ Resûlallah! Hz. Ebû
Bekir, odasında yalnız başına ciğer kebabı yer, kokusunu duyarız, bizi hiç davet etmez” dediler. “Bir
daha böyle yaptığında, bana haber verin, beraber evine gidelim!” buyurdu. Birgün haber verdiler.
Resûl-i ekrem, hemen kalkıp, Hz. Ebû Bekir’in evine gitti. Ateş ve kebap yoktu. “Yâ Ebâ Bekir, sen ci-
ğer kebabı yiyor muşsun, bize de var mıdır?” buyurdu. Yâ Resûlallah, ben ciğer kebabı yemiyorum,
pişen kendi ciğerimdir, dedi. Resûlullah, bunun nasıl olduğunu sorunca: “Hak teâlâ, bana İslâm Dinini
nasîb etti. Habîbine dost eyledi. Eshâb-ı kirâm arasında büyük yer verdi. Acaba kıyâmet gününde hâlim
ne olur, bu kadar nimetin şükrünü yapabilir miyim, diye korktuğumdan, ciğerim kebap oluyor” cevabını
verdi. Bunu işitince, Eshâb-ı kirâmın, Hz. Ebû Bekir’e olan muhabbetleri daha çok arttı.
Birgün Resûlullah efendimiz, Eshâbı ile mescidde otururken, Cebrâil aleyhisselâm geldi. Resûl-i
Ekrem’e, Hz. Ebû Bekir’in bir saat ibâdeti yetmiş yıllık ibâdet yerini tutar, dedi. Resûl-i Ekrem, birşey
söylemeyip, Hz. Bilâl’e Ebû Bekir’i (r.a.) çağırmasını emir buyurdu. Hz. Ebû Bekir’e haber gidince, hemen yola çıktı. Resûlullah Hz. Ebû Bekir’i karşıdan görünce, karşılayıp, yanına oturttu. Evde ne yapıyordun diye sordu. Hatırıma şu gelmişti: “Hak teâlâ Cenneti ve Cehennemi yarattı. Her ikisini de dolduraca– 68 –
ğını diledi (takdir etti). Hak teâlâdan, vücudumu Cehennemi dolduracak kadar büyük yapmasını diledim.
Böylece hem Hak teâlânın takdiri yerine gelmiş, hem de bütün insanlar Cehennem korkusundan kurtulmuş olurlar cevabını verdi. Eshâb-ı kirâm, Hz. Ebû Bekir’in bu yüksek arzulu duâsını çok beğenip, O’na,
hayır duâ ettiler.
Resûl-i Ekrem bir gün: “Bu gün içinizde oruçlu olan var mıdır?” buyurunca; Hz. Ebû Bekir, ben
oruçluyum, dedi. “İçinizde kim, bugün cenâzede bulundu?” buyurdu. Hz. Ebû Bekir, ben bulundum,
dedi. Yine: “İçinizden kim, bugün bir fakîre yemek verdi?” buyurdu. Hz. Ebû Bekir, ben verdim cevabını verdi. Sonra: “İçinizden kim, bugün hasta yokladı?” buyurdu. Hz. Ebû Bekir, ben yokladım dedi.
Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (s.a.v.): “Bu kadar hasletlerin bulunduğu kimse, muhakkak Cennete
girer” buyurdu. Cennete girmekten maksat, kötü işlere yapılan cezayı görmeden, hesapsız Cennete
girmektir, denilmiştir.
Resûlullah efendimiz (s.a.v.) bir hadîs-i şerîfte buyurdu ki: “Bize her nimet verene, iyilik edene
mükâfatını verdik. Fakat Ebû Bekir’in iyiliğinin, ikrâmının karşılığını veremedik. O’na, Hak teâlâ
hazretleri, kıyâmette ikrâmda bulunacak, mükâfatını verecektir. Bana Ebû Bekir’in malının verdiği
fayda gibi hiç kimsenin malının faydası olmadı. Dost edinseydim, Ebû Bekir’i edinirdim. Fakat
ben Hak teâlânın dostuyum.” Hz. Ömer: “Hz. Ebû Bekir, bizim Seyyidimiz, büyüğümüz, hayırlımızdır.
Resûl-i Ekrem’e hepimizden çok sevgilidir” buyurmuştur.
Hz. Ebû Bekir, Resûlullahın vefâtından sonra, her geçen gün biraz daha zayıflıyordu. Birgün kızı
Âişe-i Sıddîka hazretleri bu zayıflamanın sebebini sordu. Cevabında: “Beni, Muhammed aleyhisselâmın
ayrılığı böyle zayıflattı” buyurdu.
Hz. Âişe anlatır: Babam vefât edince, Eshâb-ı kirâm nereye defn edelim diye tereddüde düştüler.
O halde uyumuşum. Kulağıma, “Dostu dosta kavuşturun” diye bir ses geldi. Uyandım, Eshâb-ı kirâma
anlattım. Onlar da aynı sesi işittiklerini söylediler. Hatta mescidde namaz kılanlar da, işittik dediler. Artık
müşavereye lüzum kalmamıştı. Habîb-i Ekrem’in yanına defn ettiler.
Hz. Ebû Bekir, son hastalığında: “Halifeliği kime bırakacağım hususunda tekrar istihare ettim. Hak
teâlâdan, rızâsına uygun olmasını diledim. Bilirsiniz, yalan söylemem. Hiçbir akıllı kimse de, Hak teâlâya
kavuşma zamanında kendisine iftira edilmesini istemez ve müslümanları aldatmayı uygun bulmaz” buyurdu. Orada bulunan Eshâb-ı kirâm, ey Allah’ın Resûlünün halifesi! Senin doğruluğunda şüphemiz yoktur. Söyleyeceklerini söyle dediler. Şöyle buyurdu: Gecenin sonuna doğru uyumuşum. Resûl-i Ekrem’i
rüyada gördüm. İki beyaz elbise giymişti. O elbiselerin eteklerini ben tutuyordum. O sırada elbiseler yeşil
olup, parlamağa başladı. Bakanların gözlerini alırdı, iki yanında, uzun boylu, gayet güzel yüzlü, nûr elbiseli ve bakanlara neşe veren iki kimse vardı. Resûl-i Ekrem selâm verip musafeha etmekle beni şereflendirdi. Mübârek elini göğsüme koydu. Üzüntüm gitti. “Yâ Ebâ Bekir, seni çok özledik, kavuşma zamanı yaklaştı” buyurdu. Uykuda o kadar ağlamışım ki, evdekiler uyanmışlar. Sonradan bana söylediler.
Ben de seni özledim, yâ Resûlallah dedim. “Bu ümmet için âdil, sâdık, yerde ve gökte herkesin rı-
zasını kazanmış, zamanın en temiz olan Fârûk’u (Hz. Ömer’i) halife seç!” buyurdular. Yanındakileri
göstererek: “Bunlar, dünyâda vezirlerin, vefâtın zamanında yardımcıların, Cennette komşularındır.
Bana senin isminin gökte melekler arasında, yerde halk arasında Sıddîk olduğunu haber verdiler” buyurdu. Yâ Resûlallah, anam babam sana fedâ olsun, bu iki kişiyi tanıyamadım ve onlar gibi kimse
de görmedim, dedim. “Bunlar Cebrâil ve Mikâil’dir” buyurdular. Sonra gittiler. Uyandım. Yüzüm
gözyaşlarımdan ıslanmış, evdekiler baş ucumda ağlıyordu.
Hz. Ebû Bekir (r.a.) ölüm hastalığında çocuklarını Hz. Âişe’ye, iki oğlan, iki kız olarak ısmarladı.
Hz. Âişe, benim bir kız kardeşim var, ikincisi hangisidir? diye sordu. “Hanımım hâmiledir. Kızı olacağını
zan ediyorum” buyurdu. Hakikaten vefâtından sonra, hanımının bir kızı oldu.
Hz. Ebû Bekir (r.a.), hicretin onüçüncü yılında vefât edince, Medine’de herkes ağladı. Hz. Ali (r.a.)
işitince, ağlayarak geldi ve “Hilâfet bugün tamam oldu” buyurdu. Kapı önünde durup:
Yâ Ebâ Bekir! Sen, Resûlullahın sevgilisi, arkadaşı, dert ortağı, sırdaşı ve müşâviri idin. Önce
İslâma gelen sensin. Senin imânın, hepimizin imânından daha saf oldu. Senin yakînin, daha kuvvetli,
Allah’dan korkun daha büyük oldu. Herkesten zengin, herkesten daha cömert sen idin. Resûlullaha en
şefkatli, en yardımcı, sen idin. Resûlullah ile sohbetin, hepimizin sohbetinden daha iyi idi. Hayır sahiplerinin birincisi sensin. Senin iyiliklerin, hepimizinkinden çoktur. Her iyilikte ileridesin. Resûlullahın huzurunda, senin derecen en yüksek oldu. O’na en yakın, sen oldun. İkrâmda, ihsanda, güzel huylarda, boyda, yaşda, O’na en çok benzeyen, sen oldun. Allahü teâlâ, sana, çok mükâfat versin ki, Resûlullaha
herkes yalancı derken sen, doğru söylüyorsun, inandım dedin. Sen, O’nun kulağı ve gözü gibi idin.
Allahü teâlâ seni, Kur’ân-ı kerîmde (sıdk) ismi ile şereflendirdi. Resûlullaha, en sıkıntılı zamanlarında
yardımcı oldun. Sulhda, O’nun huzurunda, harplerde, O’nun yanında idin, O’nun ümmetinin halifesi,
O’nun dininin koruyucusu idin. Câhiller dinden çıkarken, sen İslâm dinine kuvvet verdin. Herkes şaşırdı– 69 –
ğı zaman, sen kükremiş arslan gibi ortaya çıktın. Herkes dağılırken sen Muhammed Mustafa’nın (s.a.v.)
yolunu tuttun. Eshâbın az konuşanı ve en belîği, edîbi sen idin. Her sözün, her buluşun doğru, her işin
temizdi. Gönlün herkesten kuvvetli, yakînin hepimizden sağlam idi. Her işin sonunu, önceden görür, geri
kalmışları İslâma sokarak aydınlatırdın. Mü’minlere şefkatli, af edici baba idin. İslâm’ın ağır yükünü sen
taşıdın, İslâm’ın hakkını herkes elden kaçırırken, sen yerine getirdin. Sen rüzgarların oynatamıyacağı bir
dağ gibi idin. İşin doğruluk idi, ilim idi. Sözün mertçe, doğruyu bildirmek idi. Gerici düşüncelerin, bozuk
inançların kökünü kazıdın. Hak dinin ağacını diktin. Güçlükleri, müslümanlara kolaylaştırdın. Küfür ve
mürtedlik ateşini söndürdün. Allah’ın dinini, sen doğrulttun. İslâma, imâna sen kuvvet oldun. Göklerde,
melekler arasında, senin derecen çok büyüktür. Muhacirler ve Ensâr arasında, senden ayrılık yarası çok
derindir) buyurdu. Ve çok ağladı. Mübârek gözlerinden yaşlar aktı. Sonra: “Allahü teâlânın kaza ve kaderine râzı olduk. Verdiği elemleri kabul ettik. Yâ Ebâ Bekir! Resûlullahdan ayrılık acısından sonra, bize
senin vefâtından daha acı bir musîbet gelmedi. Sen mü’minlere sığınak, dayanak ve gölge idin. Münafıklara karşı çok sert ve ateşli idin. Allahü teâlâ, seni Muhammed aleyhisselâmın huzuruna kavuştursun!
Bize, senden ayrılma acısı için sabırlar ve ecirler versin! Bizleri, senden sonra, azmaktan, sapıtmaktan
korusun” buyurdu. Eshâb-ı kirâmın hepsi, sessizce, Hz. Ali’nin sözlerini dinledi. Sonunda hepsi, hüngür
hüngür ağladı.
Yine Hz. Ali, ilk İslâm’a gelen ve en önce Resûlullah (s.a.v.) ile kıbleye karşı namaz kılan Ebû Bekir’dir” buyurdu. O’nun her sözü, dinleyenin ve okuyanın kalbine tesir etmektedir.
Buyurdu ki:
“Takva akıllıca yapılan işlerin en güzelidir. Hakka asî olmak ahmakça yapılan işlerin en çirkinidir.
Verilen emâneti yerine getirmek en üstün doğruluk sayılır. Hıyânet olarak da, en önde yalan gelir, “
Bir defasında bilmeden şüpheli birşey yiyip hemen anlayınca zorla istifra edip, midesini boşalttı ve
sonra şöyle duâ etti: “Allahım, bilmeden yaptım. Çıkarabildiğim kadarını çıkardım. Beni bundan ve damarlarımda kalanlardan sorguya çekme!”
Birine nasîhat veriyordu. Sonunda şöyle buyurdu: “Ey kardeşim, sana yaptığım tavsiyeyi aklında
tut ve kaybolmamasına dikkat et! Ölümü özüne sevdir. Nasıl olsa gelecek.” Çok kerre dilini parmağıyla
tutar ve: “Başıma gelen herşey bunun yüzündendir” derdi. Binekte iken devesinin yuları düşse, verin
demez, deveyi çöktürür alırdı. Sebebini sordular, “Resûlullah bana, insanlardan birşey isteme diye emretti” buyurdu.
“Allah sevgisini hâlis olarak tadanı, bu sevgi, dünyâyı istemekten alıkoyar ve bütün insanlardan
uzaklaşır, kesilir.”
“Ömrünü faydasız, boş şeylerle geçiren, tarlaya tohum ekme vaktini kaçırmış olur. Vaktinde tohum
ekmeyen ise, hasat zamanında pişman olur.”
“Ne söyleyeceğine ve ne zaman söyleyeceğine dikkat et!”
Ordu kumandanlarını bir yere gönderdiği zaman, onlara: “Kadınları öldürmeyiniz, çocuklara dokunmayınız, ihtiyarlara tecâvüz etmeyiniz, meyvalı ağacı kesmeyiniz, ma’mur yerleri tahrip etmeyiniz,
haddi tecâvüz etmeyiniz, korkmayınız ve gıdadan başka bir maksatla koyun ve deve kesmeyiniz ve manastırlarına çekilmiş insanlara zarar vermeyiniz” diye emirler ve nasîhatler verdi.
Bir hutbesinde buyurdu ki: “Ey insanlar! Allah’tan af ve afiyet isteyiniz. Çünkü mü’mine, İslâm’dan
sonra af ve afiyetten daha hayırlı bir şey verilmemiştir.”
“Müslümanlardan hiçbiri, diğerini hakir görmesin! Zira müslümanların küçüğü, Allah yanında bü-
yüktür.”
“Allahü teâlâdan, kendisini, kıyâmet gününde cehennem ateşiden korumasını isteyen bir kimse,
mü’minlere karşı çok merhametli ve ince kalbli davransın!”
Oğlu Abdurrahman’ı, komşusu ile münâkaşa ederken gördü ve oğluna gücenerek: “Oğlum, komşu
ile dedikodu yapma! Şu gördüğün insanlar dağılır gider ve sen yine komşunla başbaşa kalırsın” dedi.
Yine bir hutbesinde: Ey insanlar!
Allahü teâlânın “Ey imân edenler, siz kendinize bakınız, siz doğru yolda bulundukça, yoldan
çıkanların size zararı olmaz” (Mâide sûresi 105) âyet-i celîlesini okuyorsunuz, fakat onu yerine
koymuyor, başka mânâda kullanıyorsunuz. Zira ben, Resûl-ı Ekrem’den şöyle buyurduğunu işittim: “İnsanlar kötülüğü görüp mani olmadıkları zaman, Allahü teâlânın, onların hepsini azâba uğratmasından korkulur” dedi.
Bir gün Eshâb-ı kirâma hitaben buyurdu ki: “Allahü teâlâ size dünyâyı fethettirecek, kapılarını açacaktır. Siz, ihtiyacınızdan fazlasını almayınız!” – 70 –
“Bilmiş ol ki, sabah namazını kılan kimse, Allah’ın himayesindedir. Allah’ın hakkını küçümseme, zira yüzüstü seni Cehenneme atar.”
“Allahü teâlâya olan hâlis sevginin zevkine varan, dünyâlıktan vazgeçer ve bütün insanlardan yüz
çevirir.”
Hz. Ömer’e şöyle tavsiye buyurdu: “Hak ağırdır. Ağır olduğu kadar da acıdır. Ve aynı zamanda
faydalıdır. Bâtıl ise hafif ve aynı zamanda belâlı ve zararlıdır. Eğer tavsiyeme uyarsan, henüz erişemediğin ve mutlak surette sana ulaşacak olan ölümden sevimli bir şey senin için olamaz. Vasiyetime uymazsan da gaybda olan ölümden daha çok buğz ettiğin bir şey olmaz. Halbuki onu önlemeğe gücün
yetmez.”
“Kişinin kelâmı, aklının beyânı, fazîletinin tercümanıdır.” Yine bir hutbesinde buyurdu ki: Bütün
hamd ve senalar Allahü teâlâya mahsustur. O’na hamd eder. O’ndan yardım dilerim. O’ndan af niyaz
eder, O’na inanır, O’na güvenirim. Hidayeti Allah’tan bekler, sapıklık düşüklük, şüphe ve körlükten O’na
sığınırım. Allah’ın dürüst yürümeyi nasip ettiği kişi dosdoğru yol alır, onun saptırdığı ise ne bir dost, ne
de bir mürşid bulabilir.. Bütün varlığımla inanırım ki, Allah’tan başka ilâh yoktur. O tektir ve şeriki yoktur.
Mülk ve saltanat O’nundur, hamd O’nadır. Dirilten de öldüren de O’dur. Ve O, hiç ölmeyen diridir. Diledi-
ğini yüceltir, dilediğini alçaltır. Bütün hayırlar O’nun elindedir, O, her şeye gücü yetendir.
Bütün varağımla inanırım ki, Muhammed Mustafa (s.a.v.) O’nun kulu ve Peygamberidir. “O’nu
hak ve hakikat olan dîni tebliğ vazifesiyle göndermiştir ki, Hak din diğer dinlere galip gelsin. Putperestler beğenmeseler de bu böyledir.” (Tevbe 33). O’nu bütün insanlığa bir rahmet ve bütün insanlık için bir dayanak ve delil olarak göndermiştir. O gönderildiği zaman insanlar, olabilecekleri hallerin en
kötüsü içindeydiler. Bilgisizlik karanlıklarına gömülmüş durumdaydılar. Dinleri uydurma, davetleri yalan
ve sahte idi. Allahü teâlâ hakikat dînini Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm ile azîz kıldı.
Ey mü’minler, Allah sizin gönüllerinizi birbirinize ısındırdı. O’nun nimeti sayesinde sizler kardeş haline geldiniz. Daha önceleri bir ateş çukurunun tam kenarında idiniz. Sizi oradan çıkaran O oldu. İşte,
Allah size işaretlerini böyle apaçık gösterir ki, doğru yola kavuşabilirsiniz. O halde ey îmân edenler! Allah’a ve O’nun Resûlüne tam uyun! Allahü teâlâ: “Resûle uyan, Allah’a uymuş demektir. Eğer yüz
çevirirlerse ey Peygamberim, bu onların bileceği bir şeydir. Biz seni onların başına bekçi göndermedik.” buyurmaktadır. (Nisa, 80).
Ey îmân edenler! Size her işte, her durumda Allahü teâlâdan korkmanızı nasîhat ederim. Hoşunuza giden işler kadar, size zor gelen durumlarda da hakikate sarılın. Şunu bilin ki, doğru söz dışında hiç-
bir kelâm hayır ve yarar getirmez. Yalan söyleyen, yaradılış hikmetini saptırmış, bunu yapan ise, helâk
olmuştur. Ey insanlar! Büyüklenmekden sakının. Topraktan yaratılıp, yine toprağa dönecek olan bir varlığın kibirlenmesi de, ne demek oluyor? Bugün var, yarın yok olan bir varlığın kendini beğenmesi ne kadar anlamsız!..
Ey insanlar! Çalışın ve nefislerinizi, içinde yer alacakları ölüm ötesi için hazırlayın. Önünüzde çö-
zümü zorlaşan şeyleri Allah’ın ilmine havale edin. Öbür âleme geçmeden önce bir şey hazırlayın ki, oraya vardığınızda karşınıza çıksın. Çünkü Allahü teâlâ, “Mahşer gününde herkes, dünyâda hayır ve
kötülük olarak yaptığı her şeyi hazır bulacak ve isteyecek ki, kötülüklerle arasında uzak bir mesafe bulunsun. Allah size kendinden korkmanızı emreder. Allah kullarını çok esirgeyicidir.” (Al-i
İmrân-30).
O halde, Allah’tan korkun, O’nun emir ve yasaklarına iyice kulak verin. Sizden önce gelip geçenlerden de ibret alın. Ve unutmayın ki, Rabbinizin huzuruna mutlaka çıkarılacak ve küçük-büyük bütün
davranışlarınızın karşılığını bulacaksınız. Bununla beraber Allah dilediğini bağışlayabilir. O bağışlayıcı
ve affedicidir.
Kendinizi iyi tanıyın, sadece kendi noksanlarınızla meşgul olun. Yardım istenilecek tek kudret sahibi Allahü teâlâdır. O’nun dışında hiçbir güç, ne yapabilir, ne bozabilir.
“Muhakkak Allah ve melekler, sürekli olarak O Yüce Peygamber’e salât ve selâm getirirler.
Ey îmân edenler! Siz de o Yüce Peygamber’e salât ve selâm edin.” (Ahzâb, 56)
Allah’ım! Kulun ve Peygamberin Muhammed Mustafa’ya (s.a.v.) salât ve selâmların en seçkiniyle
salât ve selâm et! Bizleri de o âlemlerin Efendisine salât ve selâm etmekle şereflendir, yücelt! Bizleri,
ona gönül verenler arasında haşr et! Bizleri onun havzından su içen bahtiyarlardan kıl! Allah’ım, sana
boyun eğmemiz hususunda bize yardımcı ol! Bizleri düşmanlarımız karşısında muzaffer kıl!..
 1) Tabakât-ı İbni Sa’d cild-3, sh-169
 2) Hilyet-ül-Evliyâ cild-1, sh-28
 3) Câmi’u Kerâmât-il-Evliyâ cild-1, sh-75
 4) Târîh-i Hulefâ sh-3, 26 – 71 –
 5) Tehzîb-üt-tehzîb cild-5, sh-315
 6) El-Al’âm cild-4, sh-102
 7) Tezkiret-ül-Huffâz cild-1, sh-1
 8) Kâmûs-ul-a’lâm cild-1, sh-696
 9) Savâik-ul-Muhrika sh-9
10) El-Kâmil fi’t-târîh cild-2, sh-160
11) Târîh-ul-ümem-i ve’l-mülûk cild-4, sh-46
12) El-İstiâb cild-2, s-243
13) El-Îsâbe cild-2, sh-341
14) Sahîh-i Buhârî Babül-hicre,
15) Müsned-i Ahmed İbni Hanbel, cild-1, sh-1
16) Sahîh-i Müslim Fedâil-üs-Sahâbe
17) Tuhfe-i İsnâ Aşeriyye sh-28
18) Hucec-i katiyye sh-8
19) İkd-ül-ferîd, cild-2, sh-142


RESÛL-İ EKREMİN GÜZEL AHLÂKINDAN VE ÂDETLERİNDEN BAZILARI


RESÛL-İ EKREMİN GÜZEL AHLÂKINDAN VE ÂDETLERİNDEN BAZILARI


RESÛL-İ EKREMİN GÜZEL AHLÂKINDAN VE ÂDETLERİNDEN BAZILARI
1- Resûlullahın ilmi, irfanı, fehmi, ikanı, aklı, zekâsı, cömertliği, tevâzû’u, şefkati, sabrı, gayreti,
hamiyyeti, sadâkati, emâneti, şecâ’ati, mehabeti, belâgati, fesahati, fetâneti, melâheti, vera’ı, iffeti, keremi, insâfı, hayası, zühdü, takvası bütün Peygamberlerden daha çoktu. Dostundan ve düşmanından
gördüğü zararları, eziyyetleri af ederdi. Hiçbirine karşılık vermezdi. Uhud gazasında kâfirler yanağını
kanatıp, dişlerini kırdıkları zaman, bunu yapanlar için, “Yâ Rabbî! Bunları affet! Câhilliklerine bağışla”
buyurmuştur.
2- Şefkati pek çoktu. Hayvanlara su verir. Su kabını eliyle tutarak doymalarını beklerdi. Bindiği atın
yüzünü ve gözünü silerdi.
3- Her çağırana lebbeyk (efendim) diyerek cevâb verirdi. Kimsenin yanında ayaklarını uzatmazdı.
Diz çöküp otururdu. Hayvan üzerinde giderken, bir yaya görünce, arkasına bindirirdi.
4- Kendisini kimseden üstün tutmazdı. Bir yolculukta, bir koyun kebabı yapılacağı zaman, biri ben
keserim dedi. Bir başkası, ben derisini yüzerim dedi. Diğeri, ben pişiririm dedi. Resûlullah da, ben odun
toplarım deyince, Yâ Resûlallah! Sen istirahat buyur! Biz toplarız dediler. “Evet! Sizin her şeyi yapacağınızı biliyorum. Fakat, iş görenlerden ayrılarak oturmak istemem. Allahü teâlâ, arkadaşlarından ayrılıp oturanı sevmez” buyurdu. Kalkıp odun toplamaya gitti.
5- Eshâbının oturdukları yere gelince, baş tarafa geçmezdi. Gördüğü aralığa otururdu. Elinde bastonu olarak, bir gün sokağa çıktıkta, görenler ayağa kalktılar. “Başkalarının birbirlerine saygı duruşu
yaptıkları gibi, benim için ayağa kalkmayınız! Ben de, sizin gibi bir insanım. Herkes gibi yerim.
Yorulunca, otururum” buyurdu.
6- Çok zaman diz çökerek otururdu. Dizlerini dikip, etrafına kollarını sararak oturduğu da görülmüştür. Yemekte, giymekte ve her şeyde hizmetçilerini kendinden ayırmazdı. Onların işlerine yardım
ederdi. Kimseyi dövdüğü, sövdüğü hiç görülmedi. Her zaman hizmetinde bulunan Enes bin Mâlik diyor
ki, Resûlullaha on sene hizmet ettim. Onun bana yaptığı hizmet, benim ona yaptığımdan çok idi. Bana
incindiğini, sert söylediğini hiç görmedim.
7- Söküklerini, yırtıklarını kendi de yamar, koyunlarını kendi de sağar, hayvanlarına kendi de yem
verirdi. Çarşıdan satın aldığını eve kendisi götürürdü. Yolculukta hayvanlarına yem verir, bazan tımar da
ederdi. Bunları bazan yalnız yapar, bazan da, hizmetçilerine yardım ederdi.
8- Bazı kimselerin hizmetçileri gelip kendisini çağırdıklarında, Medine’nin âdetine uyarak, onlarla
elele verip yürürdü.
9- Hastaları ziyâret eder, cenâzelerde bulunurdu. Gönül almak için, kâfirlerin ve münafıkların hastalarını da ziyâret ederdi.
10- Sabah namazlarını kıldırdıktan sonra, cemaate karşı oturup, “Hasta olan kardeşimiz var mı?
Ziyâretine gidelim!” derdi. Hasta yoksa, “Cenâzesi olan var mı? Yardıma gidelim!” derdi. Cenâze
olursa, yıkanmasında, kefenlenmesinde yardım eder, namazını kıldırır, kabrine kadar giderdi. Cenâze
yoksa, “Rüya gören varsa anlatsın! Dinleyelim, tâbir edelim!” derdi.
11- Eshâbından birini üç gün görmese, onu sorardı. Yolculuğa gitmiş ise, hayır duâ eder, şehirde
ise, ziyâretine giderdi.
12- Yolda karşılaştığı müslümana önce kendi selâm verirdi.
13- Misafirlerine, Eshâbına hizmet eder, “Bir topluluğun en üstünü, hizmet edenidir” buyururdu.
14- Kahkaha ile güldüğü hiç görülmedi.
Sessizce tebessüm ederdi. Bazan gülerken mübârek ön dişleri görünürdü. – 38 –
15- Hep düşünceli, üzüntülü görünür, az söylerdi. Konuşmağa tebessüm ederek başlardı.
16- Lüzumsuz ve faydasız birşey söylemezdi. Lâzım olunca, kısa, faydalı ve mânâsı açık olarak
söylerdi. İyi anlaşılması için ba’zan üç kere tekrar ederdi.
17- Yabancı ile ve tanıdıklarla ve çocuklarla ve ihtiyar kadınlarla ve mahrem kadınlarıyla latife, şaka yapardı. Fakat bunlar Allahü teâlâyı bir an unutmasına sebep, olmazdı.
18- Heybetinden kimse yüzüne bakamazdı. Birisi gelip mübârek yüzüne bakınca terlerdi. “Sıkılma! Ben melik değilim, zâlim değilim. Et suyu yiyen bir kadıncağızın oğluyum” derdi. Adamın korkusu gidip, derdini söylemeye başlardı.
19- Bekçileri, kapıcıları yoktu. Herkes kolayca yanına gelip derdini söylerdi.
20- Hayası çoktu. Konuştuğu kimsenin yüzüne bakmağa utanırdı.
21- Kimsenin ayıbını yüzüne vurmazdı. Kimseden şikâyet etmez, arkasından söylemezdi. Bir kimsenin sözünü veya işini beğenmediği zaman, (bazı kimseler, acaba neden böyle yapıyorlar?) derdi.
22- (İçinizde Allahü teâlâyı en iyi anlayan ve Ondan en çok korkan benim) derdi. (Benim
gördüğümü görseydiniz, az güler, çok ağlardınız) der, havada bulut görünce, (Ya Rabbi! Bu bulutla
bize azâb gönderme!) derdi. Rüzgâr esince, (Ya Rabbi! bize hayırlı rüzgâr gönder!) derdi. Gök gürleyince, (Ya Rabbi! Bize incinip de, öldürme. Azâbını gönderme. Afiyet ihsan eyle!) derdi. Namaza
dururken, ağlayan kimsenin içini çektiği gibi, göğsünden ses işitilirdi. Kur’ân-ı kerîm okurken de böyle
olurdu.
23- Kalbinin kuvveti, şecaati şaşılacak kadar çoktu. Huneyn gazasında, müslümanlar, ganimet
toplamak için dağılıp, üç dört kimse ile kalmıştı. Kâfirler, hemen hücum ettiler. Resûlullah onlara karşı
durup kaçırdı. Bir kaç defa oldu. Asla gerilemedi.
24- Kâfirlerden Rigâne isminde bir çoban çok kuvvetli idi. Sığır derisi üstünde ayakta durup, on
kuvvetli kişi deriyi etrafından çeker deri parçalanır, Rigâne yerinden hareket etmezdi. Resûlullaha, güreş
edelim, beni yatırırsan, imâna gelirim dedi. İlk kapışmada, Rigâne sırt üstü yıkıldı. Yanlışlık oldu, tekrar
güreşelim dedi. İkinci kapışmada yine yıkıldı. Üçüncüde de sırtı yere gelince: Ben imân etmem. Seninle
alay etmiştim. Sırtımın yere geleceği hatırımdan bile geçmemişti. Fakat senin kuvvetinin çokluğunu pek
beğendim diyerek sürüsünü Resûlullaha hediyye etti.
25- Çok cömert idi. Yüzlerle deve ve koyunlar bağışlar, kendisine birşey bırakmazdı. Nice katı
kalbli kâfirler, bu ihsanlarını görerek imâna gelmişlerdir.
26- Kendisinden birşey istendikte yok dediği hiç işitilmedi. Var ise verir, yok ise sükût ederdi.
27- Allahü teâlâ, (iste vereyim) buyurmuşken, dünyâ servetini istemedi. Elenmiş buğday unu ekmeğini hiç yemedi. Hep elenmemiş arpa unu ekmeğini yerdi. Doyuncaya kadar yediği görülmedi. Ekme-
ği katıksız olarak veya hurma ile, sirke ile, meyva ile, çorba ile veya zeytin yağına batırıp yerdi. Tavuk,
tavşan, deve, ceylân, balık ve pastırma etleri ve peynir de yerdi. Etin kol tarafını severdi. Elleri ile tutup
ısırarak yerdi.
Ekseriya süt veya hurma yerdi. Evde iki üç ay yemek pişmeyip, ekmek yapılmayıp, yalnız hurma
yediği aylar da olmuştur. İki üç gün birşey yemediği de olurdu. Vefât ettiği zaman, bir demir zırh ceketi,
otuz kilo arpa için, bir yahudide rehin bırakılmış bulundu.
28- Bir yemeği beğenmediği işitilmedi. Beğendiğini yer, beğenmediğini yemez ve birşey söylemezdi.
29- Günde bir kere yerdi. Bazan sabah, akşam yerdi. Eve gelince (yiyecek var mı?) der, yok denirse, oruç tutardı. Yemek yerken, diz çöker, bir şeye dayanmadan yerdi. Yemeğe besmele, okuyarak
başlardı. Sağ eli ile yerdi.
30- Dokuz zevcesine ve birkaç hizmetçisine bazan bir senelik arpa ve hurma ayırır, bundan fakîrlere de sadaka verirdi.
31- Yemekler arasında koyun etini, et suyunu, kabağı, tatlıları, balı, hurmayı, sütü, kaymağı, karpuzu, kavunu, üzümü ve hıyarı severdi.
32- Suyu yavaş yavaş, besmele ile başlayarak üç yudumda içer, sonunda (Elhamdülillah) der ve
duâ ederdi.
33- Her Peygamber gibi, zekât malı ve sadaka almazdı. Hediyyeyi kabul ederdi. Ekseriya karşılı-
ğını verirdi.
34- Giymesi caiz olanlardan her bulduğunu giyerdi. Kalın kumaştan ihram edilmiş dikilmemiş şeylerle örtünür, peştamal sarınır, gömlek ve cübbe de giyerdi. Bunlar pamuktan, yünden veya kıldan do– 39 –
kunmuştu. Ekseriya beyaz, bazan yeşil giyerdi. Dikilmiş elbise giydiği de olurdu. Cum’a ve bayramlarda
ve yabancı elçiler geldikte ve cenk zamanlarında kıymetli gömlekler, cübbeler, yeşil, kırmızı, siyah da
giyerdi. Kollarını bileklerine kadar, mübârek ayaklarını baldırın yarısına kadar örterdi.
35- Ekseriya beyaz, bazan siyah tülbent başına sarıp, ucunu bir karış kadar arkasına sarkıtırdı.
Sarığı çok büyük ve pek küçük olmayıp, üç buçuk metre kadar uzundu. Sarığını takkesiz sarar, bazan
sarıksız ak fitilli takke giyerdi.
36- Arabistandaki âdete uyarak saçlarını kulaklarının yarısına kadar uzatır, fazlasını kestirirdi.
Saçlarına özel olarak hazırlanmış, güzel kokulu yağ sürerdi.
37- Ellerine, başına, yüzüne misk veya başka kokular sürer, ud ağacı, kâfurî ile buhurlanırdı.
38- Yatağı, içi hurma iplikleri ile dolu, dabağlanmış deriden idi. İçi yünle dolmuş bir yatak getirdiklerinde, kabul etmedi ve (Ya Âişe! Allaha yemin ederim ki, eğer istesem, Allahü teâlâ her yerde altın ve gümüş yığınları yanımda bulundurur) buyurdu. Bazan hasır, tahta, döşek, yünden dokunmuş
keçe veya kuru toprak üzerinde de yatardı.
39- Her gece gözlerine üç kerre sürme çekerdi.
40- Evinde ayna, tarak, sürme kabı, misvak, makas, iğne, iplik eksik olmazdı. Yolculukta bunları
beraberinde götürürdü.
41- Her işinde sağdan başlamayı, sağ eliyle yapmayı severdi. Yalnız, sol eliyle taharetlenirdi.
42- Mümkün olduğu kadar her işini tek sayıda yapardı.
43- Yatsıdan sonra gece yarısına kadar uyuyup, sonra sabah namazına kadar ibâdet yapardı. Sağ
yanına yatar, sağ elini yanağı altına kor, bazı sûreler okuyup uyurdu.
44- Tefe’ül ederdi. Yani, ilk gördüğü, birdenbire gördüğü şeyleri hayra yorardı. Hiçbir şeyi uğursuz
saymazdı.
45- Üzüntülü zamanlarında sakalını tutar, düşünürdü.
46- Üzüldüğü zaman, hemen namaza başlardı. Namazın lezzeti, safâsı ile gamı giderdi.
47- Başkasını çekiştirenin sözünü asla dinlemezdi.
MUHAMMED ALEYHİSSELÂMIN FAZÎLETLERİ
Muhammed aleyhisselâmın fazîletlerini bildiren yüzlerce kitap vardır. Fazîlet, üstünlük demektir.
Üstünlüklerinden sekseniki adedi aşağıda bildirilmiştir:
1- Mahlûklar içinde ilk olarak Muhammed aleyhisselâmın ruhu yaratılmıştır.
2- Allahü teâlâ, onun ismini Arşa, Cennetlere ve yedi kat göklere yazmıştır.
3- Hindistânda yetişen bir gülün yapraklarında (Lâ ilâhe illallah Muhammedün resûlullah) yazı-
lıdır.
4- Basra şehrine yakın bir nehirde tutulan balığın sağ tarafında Allah, sol tarafında Muhammed
yazılı görülmüştür. Bunlara benzeyen vak’alar çoktur.
5- Muhammed aleyhisselâmın ismini söylemekten başka vazifesi olmayan melekler vardır.
6- Meleklerin hazret-i Âdeme karşı secde etmeleri için emir olunması, alnında Muhammed
aleyhisselâmın nuru bulunduğu için idi.
7- Adem aleyhisselâm zamanında namaz için okunan ezanda, hazret-i Muhammedin (s.a.v.) ismi
de söylenirdi.
8- Allahü teâlâ bütün Peygamberlere emir etti ki, Muhammed aleyhisselâm sizin zamanınızda
Peygamber olursa, ona îmân etmeleri için ümmetlerinize de emrediniz!
9- Tevratta, İncilde ve Zeburda Muhammed aleyhisselâmın ve dört halifesinin ve eshâbından ve
ümmetinden bazılarının isimleri bildirilmiş ve medh olunmuşlardır. Allahü teâlâ, kendinin Mahmûd isminden Muhammed kelimesini çıkararak Habîbine isim koymuştur. Allahü teâlâ, kendi isimlerinden Raûf ve
Rahîm isimlerini Habîbine de vermiştir.
10- Dünyaya geldiği zaman, melekler tarafından sünnet edilmiştir.
11- Dünyaya geleceği zaman, çok büyük alâmetler görülmüştür. Târih ve mevlid kitaplarında yazı-
lıdır.
12- Dünyaya gelince, şeytanlar göke çıkamaz, meleklerden haber çalamaz oldular. – 40 –
13- Dünyaya geldiği zaman, yeryüzündeki bütün putlar, tapınılan heykeller yüzüstü devrildiler.
14- Beşiğini melekler sallardı.
15- Beşikte iken gökdeki ay ile konuşurdu. Mübârek parmağı ile işaret ettiği tarafa meyl ederdi.
16- Beşikte iken konuşmağa başladı.
17- Çocuk iken, açıklarda gezerken, başı hizasında bir bulut da birlikde hareket ederek gölge yapardı. Bu hâl, Peygamberliği başlayıncaya kadar devam etti.
18- Üç yaşında iken ve kırk yaşında Peygamberliği bildirildiği vakit ve elliiki yaşında mi’râca götü-
rülürken, melekler göğsünü yardı. Cennetten getirdikleri leğen içinde Cennet suyu ile kalbini yıkadılar.
19- Her Peygamberin sağ eli üstünde nübüvvet mührü vardı. Muhammed aleyhisselâmın ise, sol
kürekteki deri üzerinde kalbi hizasında idi. Cebrâil aleyhisselâm kalbini yıkayıp, göğsünü kapadığı zaman Cennetten getirdiği mühür ile sırtını mühürlemişti.
20- Önünden gördüğü gibi, arkasından da görürdü.
21- Aydınlıkta gördüğü gibi, karanlıkta da görürdü.
22- Tükürüğü acı suları tatlı yaptı. Hastalara şifâ verdi. Bebeklere süt gibi gıda oldu.
23- Gözleri uyurken, kalbi uyanık olurdu. Bütün Peygamberler de böyle idi.
24- Ömründe hiç esnemedi. Bütün Peygamberler de böyle idi.
25- Teri gül gibi güzel kokardı. Bir fakîr kimse, kızını evlendirirken, kendisinden yardım istemişti. O
ânda verecek şeyi yoktu. Küçük bir şişeye terinden koyup verdi. O kız, yüzüne, başına sürünce, evi misk
gibi kokardı. Evi (güzel kokulu ev) adı ile meşhûr oldu.
26- Orta boylu olduğu halde, uzun kimselerin yanında iken, onlardan yüksek görünürdü.
27- Güneş ve ay ışığında yürüyünce, gölgesi yere düşmezdi.
28- Bedenine ve elbisesine sinek, sivri sinek ve başka böcekler konmazdı.
29- Çamaşırlarını ne kadar çok giyse, hiç kirlenmezlerdi.
30- Her yürüdüğü zaman, arkasından melekler gelirdi. Bunun için, Eshâbını önden yürütür, arkamı
meleklere bırakın derdi.
31- Taş üstüne basınca, taşta ayağının izi kalırdı. Kum üstünde giderken hiç iz bırakmazdı. Açıkta
abdest bozduğu zaman, yer yarılıp bevl ve benzerleri toprak içinde kalırdı. Oradan etrafa güzel kokular
yayılırdı. Bütün Peygamberler de böyle idi.
32- Hacamat kanından içenler oldu. Bunu işitince, (Cehennem ateşi onu yakmaz) buyurdu.
33- Büyük bir mu’cizesi de, mi’râca götürülmesidir. Burak denilen Cennet hayvanı ile Mekke’den
Kudüse götürüldü. Oradan göklere ve Arşa götürüldü. Kendisine acaip şeyler gösterildi. Allahü teâlâyı
baş gözü ile gördü. Bir ânda tekrar evine getirildi. Mi’râc mu’cizesi başka hiçbir Peygambere verilmedi.
34- İnsanlar ve melekler içinde en çok ilim Ona verildi. Ümmî olduğu halde, yani kimseden birşey
öğrenmemiş iken, Allahü teâlâ ona her şeyi bildirmiştir. Âdem aleyhisselâma her şeyin ismi bildirildiği
gibi, Ona her şeyin ismi ve ilmi bildirilmiştir.
35- Ümmetinin isimleri, cisimleri ve aralarında olacak şeylerin hepsi kendisine bildirildi.
36- Aklı, bütün insanların aklından daha çoktur.
37- İnsanlarda bulunabilecek bütün iyi huyların hepsi ona ihsan olundu. Büyük şair Ömer İbnil
Farıda (Resûlullahı niçin medhetmedin) dediklerinde, Onu medhetmeğe gücüm yetmeyeceğini anladım.
Onu medhedecek kelime bulamadım demiştir.
38- Kelime-i şehâdette, ezanda, ikâmetde, namazdaki teşehhüdde, birçok duâlarda, bazı ibâdetlerde ve hutbelerde, nasîhat yapmakta, sıkıntılı zamanlarda, kabirde, mahşerde, Cennette ve her mahlûkun lisanında Allahü teâlâ, Onun ismini kendi isminin yanına koymuştur.
39- Üstünlüklerinin en üstünü, Habîbullah olmasıdır. Allahü teâlâ, Onu kendisine sevgili, dost
yapmıştır. Onu herkesden, her melekten daha çok sevmiştir, (İbrâhîmi Halil yaptım ise, seni kendime
Habîb yapdım) buyurmuştur.
40- (Sana, râzı oluncaya kadar, yeter deyinceye kadar) her dilediğini (vereceğim) âyeti,
Allahü teâlânın Peygamberine bütün ilimleri, bütün üstünlükleri ahkâm-ı İslâmiyyeyi, düşmanlarına karşı
yardım ve galebe ve ümmetine fetihler, zaferler ve kıyâmette her türlü şefâat ve tecelliler ihsan edeceği– 41 –
ni vaad etmektedir. Bu âyet geldiği zaman, Cebrâil aleyhiselâma bakarak, (Ümmetimden birinin Cehennemde kalmasına râzı olmam) buyurdu.
41- Gece, gündüz, uyanık iken, uykuda iken, yalnız iken, çoklukta iken, yolculukta iken, evde iken,
harbde iken, gülerken, ağlarken, mübârek kalbi hep Allahü teâlâ ile idi. Dünyadaki vazifelerini yapabilmek için zevcesi Hz. Âişe’nin yanına gelip, (Ey Âişe! Biraz benimle konuş da kendime geleyim) der,
ondan sonra Eshâbına nasîhat ve irşâd etmeğe giderdi. Sabah namazının sünnetini evinde kılıp, Hz.
Âişe ile bir miktar konuştuktan sonra, Eshâbına farzı kıldırmak için mescide giderdi. Bu hâl hasâis-i peygamberidir. Hz. Aişe ile konuşmadan dışarı çıksa idi, ilâhi tecellilerden ve nurlardan dolayı, yüzüne kimse bakamazdı.
42- Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde, her Peygamberi ismi ile bildirmiştir. Muhammed aleyhisselâmı
ise, ey Resûlüm, ey Peygamberim diyerek bildirmiştir.
43- Gayet açık, kolay anlaşılır olarak konuşurdu. Arabî lisanının her lehçesi ile konuşurdu. Çeşitli
yerlerden gelip soranlara onların lügati ile cevâb verirdi. İşitenler hayran olurlardı. “Allah beni çok gü-
zel yetiştirdi” buyurdu.
44-Az kelimelerle çok şey anlatırdı. Yüzbinden ziyâde hâdis-i şerîfi, Onun (Cevâmi-ul-kelim) oldu-
ğunu göstermektedir. Bazı âlimler dediler ki, Muhammed aleyhisselâm, İslâm, dininin dört temelini, dört
hadîsle bildirmiştir. (Ameller niyyete göre değerlendirilir ve (Halâl meydandadır, harâm meydandadır.) ve (Davacının şâhid göstermesi ve dâvâlının yemin etmesi lâzımdır) ve (Bir kimse, kendine
istediğini, din kardeşi için de istemedikçe, imânı kâmil olmaz). Bu dört hadîsten birincisi, ibâdet bilgilerinin, ikincisi, muamelât bilgilerinin, üçüncüsü, husûmât, yâni adalet işlerinin ve siyâset bilgilerinin,
dördüncüsü de, âdâb ve ahlâk bilgilerinin temelidir.
45- Muhammed aleyhisselâm ma’sum idi. Bilerek ve bilmeyerek büyük ve küçük, kırk yaşından
evvel ve sonra, hiçbir günâh işlememiştir. Çirkin hiçbir hareketi görülmemiştir.
46- Müslümanların namazda otururken (Esselâmû aleyke eyyühennebiyyü ve rahmetullahi)
okuyarak, Muhammed aleyhisselâma selâm vermeleri emr olundu. Namazda başka bir Peygambere ve
meleklere karşı söylemek caiz olmadı.
47- Rütbeyi, saltanatı istememiş, Peygamberliği, fakîrliği dilemiştir. Bir sabah Cebrâil aleyhisselâm
ile konuşurken bu gece evimizde yiyecek bir lokmamız yoktu buyurdu. O ânda, İsrâfil aleyhisselâm gelip
(Allahü teâlâ söylediğini işitti ve beni gönderdi. İstersen her elini sürdüğün taş altın olsun, gümüş olsun,
zümrüt olsun. İstersen melik olarak Peygamberlik yap) dedi. Resûlullah üç kere (Kul olarak Peygamberlik istiyorum) dedi.
48- Başka Peygamberler belli bir zamanda, belli bir memlekette Peygamberlik yaptı. Muhammed
aleyhisselâm ise, yer yüzündeki bütün insanlara ve cinne kıyâmete kadar Peygamber olarak gönderilmiştir. Meleklerin de, hayvanların da, nebatların da, cansızların da, kısaca bütün mahlûkların Peygamberi olduğunu bildiren âlimler de vardır.
49- Bütün varlıklara rahmeti, faydası yayılmıştır. Mü’minlere faydası meydandadır. Başka Peygamberlerin zamanındaki kâfirlere, dünyâda azaplar yapılır, yok edilirlerdi. Ona îmân etmeyenlere dünyâda azâb yapılmadı. Bir gün Cebrâil aleyhisselâma (Allahü teâlâ, benim âlemlere rahmet olduğumu
bildirdi. Benim rahmetimden sana da nasîb oldu mu?) dedi. Cebrâil de (Allah’ın büyüklüğü, dehşeti
karşısında sonumun nasıl olacağından korku içindeyim. Sana, emin olduğumu bildiren âyeti getirince,
bu müthiş korkudan kurtuldum. Bandan büyük rahmet olur mu?) dedi.
50- Allahü teâlâ, Muhammed aleyhisseIâmın râzı olmasını istemiştir.
51- Başka Peygamberler, kâfirlerin iftiralarına kendileri cevap vermiştir. Muhammed aleyhisselâma
yapılan iftiralara ise, Allahü teâlâ cevap vererek, Onun müdafaasını yapmıştır.
52- Muhammed aleyhisselâmın ümmetinin sayısı, başka peygamberlerin ümmetlerinin sayıları
toplamından daha çoktur. Onlardan daha üstün ve daha şereflidirler. Cennete gideceklerin üçte ikisinin
bu ümmetten olacağı, hadîs-i şerîflerde bildirilmiştir.
53- (Ümmetimin dalâlet üzerinde bileşmemelerini Rabbimden diledim. Kabul eyledi) hadîsi
meşhûrdur.
54- Resûlullaha verilecek sevablar, diğer Peygamberlere verilecek sevablardan kat kat ziyadedir.
55- Kendisini ismi ile çağırmak, yanında yüksek sesle konuşmak, uzaktan kendisine seslenmek,
yolda önüne geçmek harâm edilmiştir. Başka Peygamberlerin ümmetleri, kendilerini isimleri ile çağırırlardı. – 42 –
56- İsrâfil aleyhisselâm da Muhammed aleyhisselâma çok kerre gelmiştir. Başka Peygamberlere
yalnız Cebrâil aleyhisselâm gelmiştir.
57- Cebrâil aleyhisselâmı melek şeklinde iki kere görmüştür. Başka hiçbir Peygambere melek şeklinde görünmemiştir.
58- Kendisine Cebrâil aleyhisselâm yirmidörtbin kerre gelmiştir. Başka Peygamberlerden en çok
olarak Mûsâ aleyhisselâma, dörtyüz kerre gelmiştir.
59- Allahü teâlâya Muhammed aleyhisselâm ile and vermek caiz olup, başka Peygamberlerle ve
meleklerle caiz değildir.
60- Muhammed aleyhisselâmdan sonra, zevcelerini başkalarının nikâhla almaları harâm edilmiş,
bu bakımdan mü’minlerin anneleri oldukları bildirilmiştir.
Başka Peygamberlerin zevceleri kendilerine ya zararlı olmuş veya fâidesiz olmuşlardır. Muhammed aleyhisselâmın zevceleri ise, dünyâ ve âhiret işlerinde, kendisine yardımcı olmuşlar, fakîrliğe sabretmişler, şükür etmişler ve İslâmiyeti yaymakta çok hizmet etmişlerdir.
61- Resûlullahın kızları, zevceleri, dünyâ kadınlarının en üstünleridir. Eshâbının hepsi de, Peygamberlerden başka, bütün insanların en üstünleridir. Şehirleri olan Mekke-i mükerreme ve sonra Medine-i münevvere, yer yüzünün en kıymetli yerleridir. Mescid-i şerîfinde kılınan bir rekât namaza, bin rekât
sevabı yazılır. Başka ibâdetler için de böyledir. Kabri ile minber arası, Cennet bahçesi gibi kıymetlidir.
“Öldükten sonra beni ziyâret eden, diri iken etmiş gibidir. Haremeynden birinde ölen bir mü’min,
kıyâmet günü emin olarak diriltilir” buyurdu. Mekke ve Medine şehirlerine (Haremeyn) denir.
62- Nesep ve sebep bakımından, yani kan ve nikâh bakımından olan akrabalığın kıyâmetde faydası yoktur. Resûlullahın akrabası bundan müstesnadır.
63- Herkesin soyu oğlundan ürer. Hazret-i Muhammed aleyhisselâmın soyu ise, kızı
Fâtıma’dandır.
64- Onun ismini taşıyan mü’minler Cehenneme girmeyecektir.
65- Onun her sözü, her işi doğrudur. Her ictihâdı, Allahü teâlâ tarafından doğrulanır.
66- Onu sevmek herkese farzdır. “Allahı seven, beni sever” buyurmuştur. Onu sevmenin alâmeti, dinine, yoluna, sünnetine ve ahlâkına uymakdır. Kur’ân-ı kerîmde “Bana uyarsanız, Allah sizi sever” demesi emir olundu.
67- Onun ehl-i beytini sevmek vaciptir. “Ehl-i beytime düşmanlık eden münafıktır” buyurmuştur.
Ehl-i beyt, zekât alması harâm olan akrabasıdır. Bunlar, zevceleri ve dedesi Hâşimin soyundan olan
mü’minlerdir ki, Alinin, Ukaylin, Cafer Tayyarın ve Abbâsın soyundan olanlardır.
68- Eshâbının hepsini sevmek vâcibdir. “Benden sonra Eshâbıma düşmanlık etmeyiniz! Onları
sevmek, beni sevmektir. Onlara düşman olmak, bana düşman olmaktır. Onları inciten, beni incitmiş olur. Beni inciten de, Allahı incitir. Allahü teâlâ, kendisini incitene azap yapar” buyurdu.
69- Allahü teâlâ, Muhammed aleyhisselâma, gökde iki ve yerde iki yardımcı yaratmıştır. Bunlar;
gökde Cebrâil (a.s.), Mikâil (a.s.) ve yerde ise Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’dir.
70- Her insanın cinden bir arkadaşı vardır. Bu şeytan kâfirdir, insanı aldatarak, vesvese vererek,
imânını almağa, günah yaptırmağa çalışır, Resûl aleyhisselâm, kendi arkadaşı olan cinnîyi imâna getirmiştir.
71- Erkek, kadın, büyük yaşta vefât eden herkese kabrinde Muhammed aleyhisselâm sorulacaktır.
Rabbin kimdir denildiği gibi, Peygamberin kimdir de denilecektir.
72- Muhammed aleyhisselâmın hadîs-i şerîflerini okumak ibâdettir. Okuyana sevab verilir.
73- Mübârek ruhunu almak için, Azrâil aleyhisselâm insan şeklinde geldi, içeri girmek için izin istedi.
74- Kabrinin içindeki toprak, her yerden ve Kâ’beden (ve Cennetlerden) daha efdaldir.
75- Kabirde, bilmediğimiz bir hayatla diridir. Kabirde Kur’ân-ı kerîm okur, namaz kılar. Bütün Peygamberler de böyledir.
76- Dünyanın her yerinde Resûlullaha salevât okuyan müslümanların selâmlarını işiten melekler,
kabrine gelip haber verirler. Kabrini hergün binlerce melek ziyâret eder.
77- Ümmetinin amelleri ve ibâdetleri her sabah ve akşam kendisine gösterilir. Bunları yapanları da
görür, günah işleyenlerin af olmaları için duâ eder. – 43 –
78- Kabrini ziyâret etmek, kadınlara da müstehabdır. Başka kabirleri ise, yalnız tenhâ zamanlarda
ziyâret etmeleri caizdir.
79- Diri iken olduğu gibi, vefâtından sonra da, dünyânın her yerinde, her zaman Ona tevessül edenlerin, yani Onun hatırı ve hürmeti için istiyenlerin duâsını Allahü teâlâ kabul eder.
80- Kıyâmet günü kabirden ilk önce Resûlullah kalkacaktır. Üzerinde Cennet elbisesi bulunacaktır.
Burak üzerinde mahşer (toplantı) yerine gidecektir. Elinde (Livaülhamd) denilen bayrak olacaktır. Peygamberler ve bütün insanlar bu bayrağın altında duracaktır. Hepsi, bin sene beklemekten, çok sıkılacaklardır. Önce Âdem, sonra Nuh, sonra İbrâhîm ve Mûsâ ve Îsâ Peygamberlere gidip, hesaba başlanması
için şefâat etmelerini dileyeceklerdir. Her biri, birer özür bildirerek, Allahtan utandıklarını, korktuklarını
söyleyecekler, şefâat etmeyeceklerdir. Sonra, Resûlullaha gelip yalvaracaklardır. Secde edip, duâ edecek ve şefâati kabul olacaktır. Önce, Onun ümmetinin hesabı görülecek, en önce sırattan geçecekler ve
Cennete gireceklerdir. Her gittiği yeri nurlandıracaklardır. Hz. Fâtıma sıratdan geçerken (Herkes gözlerini kapasın! Muhammed aleyhisselâmın kızı geliyor) denecektir.
81- Altı yerde şefâat yapacaktır. Birincisi (Makâm-ı Mahmûd) denilen şefâati ile, bütün insanları
mahşerde beklemek azabından kurtaracaktır: İkincisi, şefâati, çok kimseyi Cennete sokacaktır. Üçüncü-
sü, azâb çekmesi lâzım olanları azaptan kurtaracaktır. Dördüncüsü, günahı çok olan mü’minleri, Cehennemden çıkaracaktır. Beşincisi, sevabı ve günâhı müsavi olup, (Araf) denilen yerde bekliyenlerin Cennete gitmelerine şefâat edecektir. Altıncısı, Cennette olanların derecelerinin yükselmesine şefâat edecektir.
82- Resûlullahın Cennette bulunduğu makamın ismi (Vesîle)’dir. Burası Cennetin en yüksek derecesidir. Cennette bulunan herkese birer dal yetişecek olan (sidretülmüntehâ) ağacın kökü oradadır.
Cennettekilere her nimet, bu dallardan gelecektir.
MU’CİZELERİ
Hz. Muhammedin (s.a.v.) Allahın Peygamberi olduğunu açıklayan şâhidler sayılamayacak kadar
çoktur. Allahü teâlâ, “Sen olmasaydın, hiçbir şeyi yaratmazdım,” buyurdu. Bütün varlıklar, Allahın
varlığını, birliğini gösterdikleri gibi, Hz. Muhammedin peygamber olduğunu ve üstünlüğünü de göstermektedirler. Ümmetinin Evliyâsında hâsıl olan kerâmetler, hep Onun mu’cizeleridir. Çünkü, kerâmetler,
Ona tâbi olanlarda, Onun izinde gidenlerde hâsıl olmaktadır. Hattâ, bütün Peygamberler, Onun ümmetinden olmak istedikleri için, daha doğrusu, hepsi Onun nurundan yaratıldıkları için, Onların mu’cizeleri
de Muhammed aleyhisselâmın mu’cizelerinden sayılır. Muhammed aleyhisselâmın mu’cizeleri, zaman
bakımından üçe ayrılmıştır: Birincisi mübârek ruhu yaratıldığından başlayarak Peygamberliğinin bildirildiği (bi’set) zamanına kadar olanlardır. İkincisi, bi’setden vefâtına kadar olan zaman içindekilerdir. Ü-
çüncüsü, vefâtından kıyâmete kadar olmuş ve olacak şeylerdir. Bunlardan birincilere, (irhâs) ya’nî, baş-
langıçlar denir. Her biri de ayrıca, görerek veya görmeyip akıl ile anlaşılan mu’cizeler olmak üzere ikiye
ayrılırlar. Bütün mu’cizeler o kadar çokdur ki, sınırlamak, saymak mümkün olmamıştır. İkinci kısımdaki
mu’cizelerin üçbin kadar olduğu bildirilmiştir. Bunlardan meşhûr olan kırküç adedi aşağıdadır.
1- Muhammed aleyhisselâmın mu’cizelerinin en büyüğü Kur’ân-ı Kerîm’dir. Bugüne kadar gelen
bütün şairler, edebiyatçılar, Kur’ân-ı kerîmin nazmında ve mânâsında âciz ve hayran kalmışlardır. Bir
âyetin benzerini söyleyememişlerdir. İ’cazı ve belâgatı insan sözüne benzemiyor. Yani, bir kelimesi çıkarılsa veya bir kelime eklense, lafzındaki ve mânâsındaki güzellik bozuluyor. Bir kelimesinin yerine koymak için, başka kelime arayanlar bulamamışlardır. Nazmı Arab şairlerinin şiirlerine benzemiyor. Geçmiş-
te olmuş ve gelecekte olacak nice gizli şeyleri haber vermektedir. İşitenler ve okuyanlar, tadına doyamı-
yorlar. Yorulsalar da, usanmıyorlar. Okuması ve işitmesi, sıkıntıları giderdiği sayısız tecrübelerle
anlaşılmıştır. İşitenlerin kalblerine dehşet ve korku çökenler, bu sebepten ölenler bile görülmüştür. Nice
azılı İslâm düşmanları Kur’ân-ı kerîmi dinlemekle, kalbleri yumuşamış îmâna gelmişlerdir, İslâm düş-
manlarından ve muattala, melahide ve karamita denilen müslüman ismini taşıyan zındıklardan Kur’ân-ı
kerîmi değiştirmeğe, bozmaya ve benzerini söylemeye çalışanlar olmuş ise de, hiçbiri arzularına kavu-
şamamıştır. Tevrat, İncil ise, insanlar tarafından her zaman değiştirilmiş ve yine değiştirilmektedir. Bütün
ilimler ve tecrübe ile bulunamayacak güzel şeyler iyi ahlak ve insanlara üstünlük sağlayan meziyetler,
dünyâ ve âhiret se’âdetine kavuşturacak iyilikler, varlıkların başlangıcı ve sonu hakkında bilgiler, insanlara faydalı ve zararlı olan şeylerin hepsi Kur’ân-ı kerîmde açıkça veya kapalı olarak bildirilmiştir. Kapalı
olanlarını, erbabı anlayabilmektedir. Semavi kitapların hepsinde, Tevratta, Zeburda ve İncilde bulunan
ilimlerin ve esrarın hepsi Kur’ân-ı kerîmde bildirilmiştir. Hazret-i Ali ve Hazret-i Hüseyin bu ilimlerden
çoğunu bildiklerini haber vermişlerdir. Kur’ân-ı kerîmi okumak çok büyük bir ni’mettir. Allahü teâlâ, bu
ni’meti habibinin (sevgili peygamberinin) Ümmetine ihsan etmiştir. Melekler bu ni’metten mahrumdurlar.
Bunun için Kur’ân-ı kerîm okunan yere toplanıp dinlerler. Bütün tefsîrler, Kur’ân-ı kerîmdeki ilimlerden – 44 –
çok azını bildirmektedirler. Kıyâmet günü, Muhammed aleyhisselâm minbere çıkıp Kur’ân-ı kerîm
okuyunca, dinleyenler bütün ilimlerini ve sırlarını anlayacaklardır.
2- Muhammed aleyhisselâmın meşhûr mu’cizelerinin en büyüklerinden birisi de, ayın ikiye ayrılmasıdır. Bu mu’cize, başka hiçbir Peygambere nasîb olmamıştır. Muhammed aleyhisselâm elli iki yaşında iken, Mekke’de Kureyş kâfirlerinin elebaşıları yanına gelip (peygamber isen ayı ikiye ayır) dediler.
Muhammed aleyhisselâm herkesin ve hele tanıdıklarının, akrabasının îmân etmelerini çok istiyordu.
Ellerini kaldırıp duâ etti. Allahü teâlâ, kabul edip, ayı ikiye böldü. Yarısı bir dağın, diğer yarısı başka bir
dağın üzerinde göründü. Kâfirler, (Muhammed bize sihir yaptı) dediler, îmân etmediler.
3- Muhammed aleyhisselâm, bazı gazalarında susuz kalındığı zaman, elini suya sokmuş, parmakları arasından su akarak, suyun bulunduğu kap devamlı taşmıştır. Bazan seksen, bazan üçyüz, bazan
binbeşyüz, Tebük Gazasında ise, yetmişbin kimsenin hepsi ve hayvanları bu sudan içmişler ve kullanmışlardır. Mübârek elini sudan çıkarınca akması durmuştur.
4- Bir gün amcası Abbâs’ın evine gidip, onu ve evlâdını yanına oturtup, üzerlerini ihramı ile örterek, “Yâ Rabb! Bu amcamı ve Ehl-i beytimi örttüğüm gibi, sen de, Cehennem ateşinden kendilerini koru” dedi. Duvarlardan üç kerre âmin sesi işitildi.
5- Birgün, kendisinden mu’cize isteyenlere karşı, uzaktaki bir ağacı çağırdı. Ağaç, köklerini sürüyerek gelip selâm verip, (Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve
resûlüh) dedi. Sonra, gidip yerine dikildi.
6- Hayber gazasında, önüne zehirlenmiş koyun kebabı koyduklarında (Yâ Resûlallah! Beni yeme,
ben zehirliyim) sesi işitildi.
7- Birgün elinde put bulunan kimseye, (Put bana söylerse, îmân eder misin?) dedi. Adam, ben buna elli senedir ibâdet ediyorum. Bana hiçbir şey söylemedi. Sana nasıl söyler? dedi. Muhammed
aleyhisselâm “Ey put, ben kimim?” deyince, (Sen Allah’ın peygamberisin) sesi işitildi. Putun sahibi,
hemen imâna geldi.
8- Medinede, mescidde dikili bir odun vardı. Hutbe okurken, bu direğe dayanırdı. Minber yapılınca,
direğin yanına gitmedi. Odundan ağlama seslerini, bütün cemaat işittiler. Minberden inip direğe sarıldı.
Sesi kesildi. “Eğer sarılmasaydım, benim ayrılığımdan kıyâmete kadar ağlayacaktı” buyurdu.
9- Eline aldığı çakıl taşlarının ve tuttuğu yemek parçalarının arı sesi gibi tesbih ettikleri çok görülmüştür.
10- Hz. Muhammed bir çayırda giderken, üç kerre, (Yâ Resûlallah) sesini işitti. O tarafa bakıp,
bağlı bir geyik gördü. Yanında bir adam uyuyordu. Geyiğe ne istediğini sordu. O da, bu avcı beni avladı.
Karşıdaki tepede iki yavrum var. Beni salıver! Gidip, onları doyurup geleyim dedi. Resûl aleyhisselâm
“Sözünü tutar mısın, gelir misin” dedi. Allah için söz veriyorum, gelmezsem Allah’ın azâbı benim üzerime olsun, dedi. Resûlullah geyiği bıraktı. Biraz sonra geldi. Adam uyanıp, yâ Resûlallah, bir emrin mi
var dedi. “Bu geyiği âzâd et!” buyurdu. Adam geyiğin ipini çözüp bıraktı. Geyik (Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve enneke Resûlullah) dedi ve gitti.
11- Câbir bin Abdullah bir koyun pişirdi. Resûlullah, Eshâbı ile yediler. “Kemikleri kırmayınız”
dedi. Kemikleri toplayıp, mübârek ellerini üstüne koyup duâ etti. Allahü teâlâ koyunu diriltti.
12- Resûlullaha, söylemez (konuşmayan) bir çocuk getirdiler. (Ben kimim) dedi. Sen
Resûlullahsın dedi. Ölünceye kadar konuştu.
13- Bir kadın, bir kel oğlunu getirdi. Resûlullah, mübârek elleri ile başını sıvadı. Şifâ buldu. Saçları
uzamaya başladı.
14- Tirmizî ve Nesâînin (Sünen) kitaplarında diyor ki, iki gözü âmâ (kör) bir kimse gelip, yâ
Resûlallah! Duâ et, gözlerim açılsın dedi. “Kusursuz bir abdest al! Sonra yâ Rabbî! Sana yalvarıyorum. Sevgili peygamberin Muhammed aleyhisselâmı araya koyarak, senden istiyorum. En çok
sevdiğim peygamberim Hazret-i Muhammed! Seni vesîle ederek, Rabbime yalvarıyorum. Senin
hatırın için kabul etmesini istiyorum. Yâ Rabbi! Bu yüce Peygamberi bana şefâatçi eyle! Onun
hürmetine duâmı kabul et!” duâsını okumasını söyledi. Adam, abdest alıp duâ etti. Hemen gözleri
açıldı. Bu duâyı müslümanlar, her zaman okumuşlar ve dileklerine kavuşmuşlardır.
15- Amcası Ebû Tâlib ile bir çölde gidiyordu. Ebû Tâlib, çok susadığını söyledi. Resûlullah, hayvandan yere inip “Susadın mı?” dedi. Evet dedikte, mübârek ayaklarının ökçesini yere vurdu. Su çıktı.
“Amcam, bu sudan iç!” buyurdu.
16- Hudeybiye seferinde susuz bir kuyunun yanına kondular. Askerler susuzluktan şikâyet ettiler.
Bir kova su istedi. İçinden abdest alıp ve tükürüp, bunu kuyuya döktürdü. Bir ok verip, “Kuyuya atın”
buyurdu. Kuyunun su ile dolduğunu gördüler. – 45 –
17- Medinede minberde hutbe okurken, bir kimse, yâ Resûlallah! Susuzluktan çocuklarımız, hayvanlarımız, tarlalarımız helâk oluyor, imdadımıza yetiş dedi. Ellerini kaldırıp, duâ eyledi. Gökte hiç bulut
yokken, mübârek ellerini yüzüne sürmeden, bulutlar toplandı. Hemen yağmur başladı. Bir kaç gün devam etti. Yine minberde okurken o kimse, yâ Resûlallah! Yağmurdan helâk olacağız deyince, Resûl
aleyhisselâm tebessüm etti ve “Yâ Rabbi! Rahmetini başka kullarına da ihsan eyle!” dedi. Bulutlar
açılıp, güneş göründü.
18- Bir kadın, hediye olarak bal gönderdi. Balı kabul edip boş kabı geri gönderdi. Allahü teâlânın
kudreti ile, kap bal ile dolu olarak geri geldi. Kadın gelerek, (Ya Resûlallah! Hediyemi niçin kabul etmediniz? Acaba günahım nedir?) dedi. “Senin hediyeni kabul ettik. Gördüğün bal, Allahü teâlânın hediyene verdiği berekettir” dedi. Kadın sevinerek, balı evine götürdü. Çoluk çocuğu ile aylarca yediler.
Hiç eksilmedi. Bir gün yanılarak balı başka kaba koydular. Oradan yiyerek bitirdiler. Bunu Resûlullaha
haber verdiler. “Gönderdiğim kabda kalsaydı, dünyâ durdukça yerlerdi, hiç eksilmezdi” buyurdu.
19- Eshâb-ı kirâmdan Ebû Hüreyre(r.a.) diyor ki, Resûlullaha (s.a.v.) birkaç hurma getirdim. Bunlara bereket verilmesi için duâ etmesini söyledim. Bereketli olmaları için duâ buyurdu. Hurmaların bulunduğu çantaları gece gündüz yanımdan ayırmayıp, Hz. Osman (r.a.) zamanına kadar hep yedim. Yanımdakilere de yedirdim ve avuç doluları sadakalar verdim. Hz. Osman’ın şehîd olduğu gün zayi oldular.
20- Acem padişahı Kisrâ’nın ve Rum padişahı Kayser’in memleketlerinin müslümanların eline ge-
çeceğini ve hazinelerinin Allah yolunda dağıtılacağını müjdeledi.
21- Ümmetinden çok kimsenin denizden gazaya gideceklerini ve sahabeden olan Ümmî Hirâm
ismindeki kadının, o gazada bulunacağını haber verdi. Hz. Osman halife iken müslümanlar, gemiler ile
Kıbrıs adasına gidip harb ettiler. Bu hanım da beraber idi. Orada şehîd oldu.
22- Hz. Muâviye’ye, “Birgün ümmetimin üzerine hâkim olursan, iyilik yapanlara mükâfat et!
Kötülük edenleri de af eyle!” dedi. Hz. Muâviye, Hz. Osman zamanında Şam’da yirmi sene valilik,
sonra yirmi sene de halifelik yaptı.
23- Abdullah İbni Abbas’ın annesine bakıp, “Senin bir oğlun olacak. Doğduğu zaman bana getir!” dedi. Çocuğu getirdiklerinde, kulağına ezan ve ikâmet okuyup, mübârek tükürüğünden ağzına sürdü. İsmini Abdullah koyup annesinin kucağına verdi. “Halifelerin babasını al, götür!” dedi. Çocuğun
babası olan Hz. Abbas, bunu işitip, gelip sorunca “Evet, böyle söyledim. Bu çocuk halifelerin babasıdır. Onlar arasında Seffah, Mehdî ve Îsâ aleyhisselâmla namaz kılan bir kimse bulunacaktır.”
dedi. Abbasîyye devletinin başına çok halifeler geldi. Bunların hepsi Abdullah bin Abbas’ın soyundan
oldu.
24- Eshâbından çok kimseye hayır duâlar etmiş, hepsi kabul olunarak faydalarını görmüşlerdir.
Hz. Ali diyor ki, Resûlullah (s.a.v.) beni Yemen’e kadı (hâkim) olarak göndermek istedi. Yâ
Resûlallah! (s.a.v.) Ben kadılık yapmasını, mahkemede hüküm vermesini bilmiyorum dedim. Mübârek
elini göğsüme koyup, “Yâ Rabbi! Bunun kalbine doğru şeyleri bildir. Hep doğru söylemek nasîb
eyle!” buyurdu. Allah’a yemin ederim ki, bana gelen şikâyetçilerden doğru olanı hemen anlar, hak üzere
hüküm ederdim.
25- Amcasının oğlu Abdullah bin Abbas’ın alnına mübârek elini koyup, “Yâ Rabbi! Bunu dinde
derin âlim yap, hikmet sahibi eyle! Kur’ân-ı kerîmin bilgilerini kendisine ihsan eyle!” dedi. Bundan
sonra bütün ilimlerde ve bilhassa tefsîr, hadîs ve fıkıh bilgilerinde zamanının” bir tanesi oldu. Sahâbe ve
tâbi’în her şeyi bundan öğrenirdi. (Tercümân-ül-Kur’ân), (Bahr-ül-ilim) ve (Reîs-ül-Müfessirîn) isimleriyle
meşhûr, oldu. İslâm memleketleri bunun talebeleri ile doldu.
26- Hizmetçilerinden Enes bin Mâlik’e, “Yâ Rabbi! Bunun malını ve çocuklarını çok eyle. Ömrünü uzun eyle. Günâhlarını af eyle!” duâsını yaptı. Zaman geçtikçe malları, mülkleri çoğaldı. Ağaçları, bağları her sene meyve verdi. Yüzden ziyâde çocuğu oldu. Yüzon sene yaşadı. Ömrünün sonunda,
yâ Rabbî! Habîbinin benim için yaptığı duâlardan üçünü kabul ettin, ihsan ettin! Dördüncüsü olan günahlarımın affedilmesi acaba nasıl olacak deyince, (Dördüncüsünü de kabul ettim. Hatırını hoş tut!) sesini
işitti.
27- Nâbiga ismindeki meşhûr şair, şiirlerinden birkaçını okuyunca, Peygamberimiz, Arablar arasında meşhûr olan “Allahü teâlâ dişlerini dökmesin!” duâsını söyledi. Nâbiga yüz yaşına gelmişti.
Dişleri ak ve berrak, inci gibi dizilmiş dururdu.
28- Kendi kızı Fâtıma, bir gün yanına geldi. Açlıktan benzi sararmıştı. Elini onun göğsüne koyup,
“Ey açları doyuran Rabbim! Muhammed’in (s.a.v.) kızı Fâtıma’yı aç bırakma!” dedi. Fâtıma’nın hemen yüzü kanlandı, canlandı, ölünceye kadar hiç açlık duymadı. – 46 –
29- Bir kimse, sol eliyle yemek yiyordu. “Sağ el ile ye!” dedi. Sağ kolum hareket etmiyor diye yalan söyledi “Sağ elin artık hareket etmesin!” buyurdu. Ölünceye kadar, sağ elini ağzına götüremez
oldu.
30- Acem padişahı Hüsrev Pervîze îmân etmesi için mektûb gönderdi. Alçak Hüsrev mektubu par-
çaladı ve getiren elçiyi şehîd eyledi. Resûl aleyhisselâm bunu işitince çok üzüldü ve “Yâ Rabbî! Benim
mektubumu parçaladığı gibi, onun mülkünü parçala!” dedi. Resûlullah (s.a.v.) hayatta iken Hüsrev’i
oğlu Şiruye hançerle parçaladı. Hz. Ömer halife iken, Acem memleketinin hepsini müslümanlar fethedip,
Hüsrev’in nesli de, mülkü de kalmadı.
31- Resûl aleyhisselâm, çarşıda emr-i mâruf ve nehy-i münker ederken, nasîhat verirken,
Mervan’ın babası olan Hakem bin Âs ismindeki alçak, Resûlullah’ın arkasından gelerek, gözlerini açıp
kapar ve yüzünü buruşturur, böylece alay ederdi. Resûl aleyhisselâm, arkaya dönüp, onun bu çirkin hâ-
lini görünce, “Kendini gösterdiğin şekilde kal” buyurdu. Ölünceye kadar, yüzü gözü oynak kaldı.
32- Allahü teâlâ habîbini belâlardan korurdu. Ebû Cehil, Resûlullahın (s.a.v.) en büyük düşmanı idi. Büyük bir taşı mübârek başına vurmak için kaldırdığında, Resûlullahın (s.a.v.) iki omuzunda birer
yılan görerek taş elinden düştü ve kaçtı.
33- Kâ’be yanında namaz kılarken, yine alçak Ebû Cehil, tam zamanıdır diyerek bıçakla üzerine
yürümek isterken, hemen geri dönüp kaçtı. Arkadaşları, niçin korktun dediklerinde, Muhammed ile aramızda ateş dolu bir hendek gördüm. Birçok kimse beni bekliyorlardı. Bir adım atsaydım, yakalayıp ateşe
atacaklardı. Çok korktum dedi. Bunu müslümanlar işitip, Resûlullaha (s.a.v.) sorduklarında, “Allah’ın
melekleri, onu yakalayıp parçalayacaklardı” buyurdu.
34- Hicretin üçüncü senesinde, Resûl aleyhisselâm (Kattan) gazvesinde bir ağaç dibinde yalnız
yatarken, Dâsür isminde bir pehlivan kâfir, elinde kılıçla gelip, seni benden kim kurtarır? dedi.
Resûlullah, (s.a.v.) “Allah kurtarır” dedikte, Cebrâil ismindeki melek, insan şeklinde görünüp, kâfirin
göğsüne vurdu. Yıkılıp kılıç elinden düştü. Resûl aleyhisselâm kılıcı eline alıp, “Seni benden kim kurtarır?” dedi. Beni kurtaracak, senden daha hayırlı kimse yoktur diye yalvardı. Af buyurup serbest bıraktı. Îmâna gelip, çok kimselerin imâna gelmesine sebep oldu.
35- Resûl aleyhisselâm, bir gün abdest alıp, mestlerinden birini giyip, ikincisine elini uzatırken, bir
kuş geldi. Bu mesti kapıp havada silkti. İçinden bir yılan düştü. Sonra kuş, mesti yere bıraktı. Bugünden
sonra, ayakkabı giyerken, önce silkelemek sünnet oldu.
36- Sahâbeden Enes bin Mâlik’de Resûlullahın (s.a.v.) mübârek yüzünü sildiği bir mendili vardı.
Enes, bununla yüzünü siler, kirlendiği zaman, ateşe bırakırdı. Kirler yanar mendil yanmaz, tertemiz olurdu.
37- Selmân-ı Fârisî, hak din aramak için, İran’dan çıkıp dünyâyı dolaşmaya başladı. Bunu bir yerde yakalayıp, Medineli bir Yahudiye köle olarak sattılar. Hicrette Resûlullah, Medine’ye girerken karşı-
laştılar. Hemen îmâna geldi. Birkaç sene sonra 300 hurma ağacı ile binaltıyüz dirhem altın ödemek şartı
ile âzâd edilmesine söz kesildi. Resûlullah (s.a.v.) bunu işitti. Mübârek elleri ile ikiyüz doksandokuz hurma ağacı dikti. Ağaçlar o gün meyve vermeye başladı. Birini Hz. Ömer dikmişti. Bu ağaç meyve vermedi. Resûlullah, bunu çıkarıp mübârek elleri ile tekrar dikti. Bu da hemen meyve verdi. Bir gazada, ganimet alınan, yumurta, kadar altını Selmân’a verdiler. Selmân, Resûlullaha (s.a.v.) gelip, bu gayet azdır.
Binaltıyüz gram çekmez dedi. Mübârek ellerine alıp tekrar Selmân’a verdi. Bunu sahibine götür dedi.
Yarısı ile efendisine olan borcunu ödedi. Yarısı da, Selmân’a kaldı.
38- Resûl aleyhisselâm, bir gün namaz kılarken şeytan gelip namazını bozmak istedikte, mübârek
elleri ile yakaladı. Bir daha gelip namazı bozdurmıyacağına dair ondan söz alıp serbest bıraktı.
39- Dost kabilesinin reîsi Tufeyl, hicretten önce, Mekke’de îmâna gelmişti. Kavmini imâna davet i-
çin Resûlullahtan (s.a.v.) bir alâmet istedi. “Yâ Rabbi! Buna bir âyet ihsan eyle!” buyurdu. Tufeyl kabilesine gidince, iki kaşı arasında bir nûr parladı. Tufeyl, yâ Rabbî! Bu alâmeti yüzümden giderip başka
yerime koy. Bunu yüzümde görenlerden bazısı, kendi dinlerinden çıktığım için cezalandırıldığımı zannederler dedi. Duâsı kabul olup, nûr yüzünden gitti. Elindeki kamçının ucunda kandil gibi parladı. Kabilesindekiler zamanla imâna geldiler.
40- (Bîr-i Maûne) denilen muharebede kâfirler verdikleri sözü bozarak yetmiş Sahâbeyi şehîd ettiler. Bunlar arasında Hz. Ebû Bekrin kölesi iken âzâd ettiği ve ilk îmân edenlerden Âmir bin Füheyre’yi
süngülediklerinde, kâfirlerin gözü önünde, O’nu melekler gök’e kaldırdılar. Bunu Resûlullaha (s.a.v.)
haber verdiklerinde, “Onu Cennet melekleri defn ettiler ve ruhunu Cennete götürdüler,” buyurdu.
41- Hicretin yedinci senesinde Resûlullah, (s.a.v.) Habeş Padişahı Necâşî’ye ve Rum İmparatoru
Herakliyus’a ve Şam’daki Valisi Hârise ve Umman Sultanı Semâme’ye mektûblar göndererek, hepsini – 47 –
îmâna davet etti. Mektupları götüren elçiler, gittikleri yerin dillerini bilmiyorlardı. Ertesi sabah, Allahü
teâlânın kudreti ile, o dilleri bilip, anlayıp, söylemeye başladılar.
42- Uhud gazasında Ebû Katâde’nin bir gözü çıkıp yanağı üzerine düştü. Resûlullaha (s.a.v.) getirdiler. Mübârek eli ile gözünü yerine koyup, “Yâ Rabbi! Gözünü güzel eyle!” dedi. Bu gözü, diğerinden güzel oldu. Ondan daha kuvvetli görürdü. Ebû Katâde’nin torunlarından biri, Halife Ömer bin Abdü-
lazîz’in yanına gelmişti. Sen kimsin? dedi. Bir beyt okuyarak Resûlullahın (s.a.v.) mübârek eli ile gözünü
yerine koymuş olduğu zâtın torunu olduğunu bildirdi. Halife bu beytleri işitince, kendisine ziyâde, ikrâm
ve ihsanda bulundu.
43- Îyâs bin Seleme diyor ki, Hayber gazasında, Resûlullah (s.a.v.) beni gönderip Hz. Ali’yi istedi.
Ali’nin gözleri ağrıyordu. Elinden tutup, güçlükle getirdim. Mübârek parmaklarına tükürüp, Ali’nin gözlerine sürdü. Sancağı eline verip, Hayber kapısında döğüşmeye gönderdi. Çok zamandır açılamayan kapıyı
Hz. Ali yerinden sökerek, Eshâb-ı kirâm kaleye girdiler.

MUHAMMED ALEYHİSSELÂMA TABİ’ OLMAK

O’na tâbi’ olmak, yâ’ni O’na uymak, O’nun gittiği yolda yürümektir. O’nun yolu, Kur’ân-ı kerîmin
gösterdiği yoldur. Bu yola (Dîn-i İslâm) denir. O’na uymak için, önce imân etmek, sonra müslümanlığı
iyice öğrenmek, sonra farzları eda edip, harâmlardan kaçınmak, daha sonra, sünnetleri yapıp mekruhlardan kaçınmak lâzımdır Bunlardan sonra, mubahlarda da O’na uymağa çalışmalıdır.
İmân etmek, ona tâbi’ olmağa başlamak ve se’âdet kapısından içeri girmek demektir. Allahü teâlâ
O’nu, dünyâdaki bütün insanları se’âdete davet için gönderdi ve Sebe’ sûresi, yirmisekizinci âyetinde,
“Ey sevgili Peygamberim (s.a.v.) Seni, dünyâdaki bütün insanlara ebedî se’âdeti müjdelemek ve
bu se’âdet yolunu göstermek için, beşeriyyete gönderiyorum.” buyurdu.
Meselâ, O’na uyan bir kimsenin, gün ortasında bir parça uyuması, O’na uymaksızın, birçok geceleri ibâdetle geçirmekten kat kat daha kıymetlidir. Çünkü, (Kaylûle etmek) yani öğleden önce biraz yatmak âdet-i şerîfesi idi. Meselâ O’nun dîni emir ettiği için, bayram günü oruç tutmamak ve yiyip içmek,
O’nun dininde bulunmayıp senelerce tutulan oruçlardan daha kıymetlidir. O’nun dininin emri ile fakîre
verilen az bir şey ki, buna zekât denir, kendi arzusu ile, dağ kadar altın sadaka vermekten daha efdaldir.
Emîr-ül-Mü’mînîn Ömer (r.a.), bir sabah namazını cemaatle kıldıktan sonra, cemaate bakıp, bir kimseyi
göremeyince sordu. Eshâb dediler ki, geceleri sabaha kadar ibâdet ediyor. Belki şimdi uyku bastırmıştır.
Emîr-ül-Mü’mînîn buyurdu ki, (Keşki bütün gece uyuyup da, sabah namazını cemaatle kılsaydı, daha iyi
olurdu). İslâmiyetden sapıtmış olanlar, sıkıntı çekip ve mücâhede edip nefslerini körletiyor ise de,
İslâmiyete uygun yapmadıklarından kıymetsizdir ve hakirdir. Eğer bu çalışmalarına ücret hâsıl olursa,
dünyâda birkaç menfaatden ibaret kalır. Halbuki, dünyânın hepsinin kıymet ve ehemmiyyeti nedir ki,
bunun bir kaçının itibarı olsun. Bunlar, meselâ çöpçüye benzer ki, çöpçüler herkesden daha çok çalışır
ve yorulur. Ücretleri de herkesten aşağıdır. İslâmiyet’e tâbi’ olanlar ise, lâtif cevahir ve kıymetli elmaslar
ile meşgul olan mücevherciler gibidir. Bunların işi az, kazançlar pek çoktur. Bazan bir saatlik çalışmaları
yüzbinlerce senenin kazancını hâsıl eder Bunun sebebi şudur ki, İslâmiyet’e uygun olan amel, Hak
teâlânın makbulüdür, mardîsidir, çok beğenir.
Böyle olduğunu kendi kitabının çok yerinde bildirmiştir. Meselâ, İmrân sûresi otuzbirinci âyetinde:
“Ey sevgili Peygamberim! Onlara de ki, eğer Allahü teâlâyı seviyorsanız ve Allahü teâlâ’nın da,
sizi sevmesini istiyorsanız bana tâbi’ olunuz! Allahü teâlâ bana tâbi’ olanları sever” buyuruyor.
İslâmiyet’e uymayan şeylerin hiç birisini Hak teâlâ sevmez, beğenmez. Sevilmeyen, beğenilmeyen
şeye sevab verilir mi? Belki cezaya sebep olur.
Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı kerîmde, Nisâ sûresi, yetmişikinci âyetinde, Muhammed aleyhisselâma itâat
etmenin, kendisine itâat etmek olduğunu bildiriyor. O hâlde, O’nun Resûlüne (s.a.v.) itâat edilmedikçe,
O’na itâat edilmiş olmaz. Bunun pek kat’î ve kuvvetli olduğunu bildirmek için, âyet-i kerîmede; “Elbette
muhakkak böyledir,” buyurdu ve bazı doğru düşünmeyenlerin, bu iki itâati birbirinden ayrı görmelerine
meydan bırakmadı. Allahü teâlâ, yine Nisâ sûresinde, yüzkırkdokuzuncu âyet-i kerîmede, bu iki itâati
ayrı görenlerden şikâyet buyurarak “Kâfirler, Allahü teâlânın emirleri ile Peygamberlerinin emirlerini
birbirinden ayırmak istiyor. Yahudiler diyor ki, biz Mûsâ aleyhisselâma inanırız. Îsâ ile Muhammed, aleyhisselâma inanmayız. Hıristiyanlar ise, yalnız Îsâ aleyhisselâma inanıp, ona hâşâ,
Allahü teâlânın oğlu diyor. Bu inanışları ve dinleri kıymetsizdir. Hepsi kâfirdir. Bunların hepsine
Cehennem azabını, çok acı azapları hazırladık.” diye bildirdi.
Bütün insanlara önce lazım olan şey, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarında bildirdikleri gibi, bir îmân
ve i’tikâd edinmektir. Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın yolunu bildiren, Kur’ân-ı kerîmden
murâd-ı ilâhiyi anlayan, hadîs-i şerîflerden murâd-ı peygamberiyi çıkaran bu büyük âlimlerdir. Kıyâmetde – 48 –
kurtuluş yolu, bunların gösterdiği yoldur. Allah’ın Peygamberinin ve O’nun Eshâbının yolunu kitaplara,
geçiren, değiştirilmekten ve bozulmaktan koruyan, (Ehl-i sünnet) âlimleridir.
Ehl-i sünnetin reisi ve kurucusu, (İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe Nu’mân bin Sâbit)’dir.
Evliyânın büyüklerinden Sehl bin Abdullah Tüsterî (rahmetullahı aleyh) diyor ki, “Eğer Mûsâ ve Îsâ
aleyhimesselâmın ümmetlerinde, İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe gibi bir zât bulunsaydı, bunlar yahudiliğe ve
hıristiyanlığa dönmezdi.”
Muhammed aleyhisselâma tâbi’ olmak (Ahkâm-ı İslâmiyye)’yi beğenip, seve seve yapmak ve
O’nun emirlerini ve İslâmiyetin kıymet verdiği, üstün tuttuğu şeyleri ve âlimlerini, salihlerini büyük bilip,
hürmet etmektir ve O’nun dinini yaymağa uğraşmak demektir ve dinine uymak istemeyenleri, beğenmeyenleri, aldırış etmeyenleri zelîl, hakir ve aşağı tutmaktır.
İki cihan se’âdetine kavuşmak, ancak ve yalnız, dünyâ ve âhiretin efendisi olan, Muhammed
aleyhisselâma tâbi’ olmağa bağlıdır. O’na tâbi’ olmak için îmân etmek ve Ahkâm-ı İslâmiyyeyi öğrenmek
ve yapmak lâzımdır.
Âhirette Cehennem’den kurtulmak, yalnız Muhammed aleyhisselâma tâbi’ olanlara mahsustur.
Dünyada yapılan bütün iyilikler, bütün keşfler, bütün, hâller ve bütün ilimler Resûlullah’ın (s.a.v.) yolunda
bulunmak şartı ile, âhirette işe yarar. Yoksa, Allahü teâlânın Peygamberine tabi’ olmayanların yaptığı
her iyilik, dünyâda kalır ve âhiretin harap olmasına sebep olur. Yani, iyilik şeklinde görünen, birer
istidrâcdan başka birşey olamaz.
Muhammed aleyhisselâma tam ve kusursuz tâbi’ olabilmek için, onu tam ve kusursuz sevmek lâ-
zımdır. Tam ve olgun sevginin alâmeti de, O’nun düşmanlarından uzak durmaktır. O’nu beğenmeyenleri
sevmemektir. Muhabbete müdâhene, yani gevşeklik sığmaz. Âşıklar, sevgililerinin divânesi olup, onlara
aykırı birşey yapamaz. Aykırı gidenlerle uyuşamaz, iki zıd şeyin muhabbeti bir kalbde, bir arada
yerleşemez. Cem’i zıddeyn muhaldir.
Bu dünyâ ni’metleri geçicidir ve aldatıcıdır. Bugün senin ise, yarın başkasınındır. Âhirette ele girecekler ise sonsuzdur ve dünyâda iken kazanılır. Bu birkaç günlük hayat, eğer dünyâ ve âhiretin en kıymetli insanı olan, Muhammed aleyhisselâma tâbi’ olarak geçirilirse, se’âdet-i ebediyye, sonsuz necat,
kurtuluş umulur. Yoksa O’na tâbi’ olmadıkça, herşey hiçtir. O’na uymadıkça, her yapılan hayır, iyilik,
burada kalır, âhirette ele birşey geçmez.
Resûlullaha (s.a.v.) tâbi’ olmak yedi derecedir:
Birincisi, ahkâm-ı İslâmiyyeye inanarak, bunları öğrenmek ve yapmaktır. Bütün müslümanların ve
âlimlerin ve zâhidlerin ve âbidlerin tâbi’ olması, bu derecededir. Bunların nefsleri îmân etmemiştir. Allahü
teâlâ, merhamet ederek, yalnız kalbin imânını kabul etmektedir.
İkincisi, emirleri yapmakla beraber, Resûlullahın (s.a.v.) bütün sözlerini ve âdetlerini yapmak ve
kalbi kötü huylardan temizlemektir. Tasavvuf yolunda yürüyenler bu derecededir.
Üçüncüsü, Resûlullahda (s.a.v.) bulunan hâllere, zevklere ve kalbe doğan şeylere de tâbi’ olmaktır. Bu derece, tasavvufun (Vilâyet-i hâssa) dediği makamda ele geçer. Burada, nefs de îmân ve itâat
eder ve bütün ibâdetler, hakîki ve kusursuz olur.
Dördüncüsü, ibâdetler gibi bütün hayırlı işler hakîkî ve kusursuz olmaktır. Bu derece, (Ulemâ-i
râsihîn) denilen büyüklere mahsustur. Bu rasîh ilimli âlimler, Kur’ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin derin
mânâlarını ve işaretlerini anlar. Bütün peygamberlerin eshâbı böyle idi. Hepsinin nefsleri imân etmiş,
mutmainne olmuştur. Böyle tâbi’ olmak, ya tasavvuf ve vilâyet yolundan ilerleyenlere veya bütün sünnetlere yapışarak bid’atlerin hepsinden kaçanlara nasîb olur. Bugün, dünyâyı bid’at kaplamış, sünnetler
gayb olmuştur. Bugün, sünnetleri bulup yapışmak ve bid’at deryasından kurtulmak, imkân haricinde
kalmıştır.
Bid’atler, âdet hâlini almıştır. Halbuki âdetler ne kadar yerleşmiş ve yayılmış olsalar ve ne kadar
güzel görünseler de, din ve sünnet olamaz.
Beşincisi, Resûlullaha (s.a.v.) mahsus kemalâta, yüksekliklere tâbi’ olmaktır. Bu kemâlât, ilim ve
ibâdet ile ele geçemez. Ancak, Allahü teâlâdan, lütf ve ihsan ile gelir. Bu derecede olanlar, büyük peygamberler ve bu ümmetin pek az büyükleridir.
Altıncısı, Resûlullahın (s.a.v.) mahbubiyyet ve ma’şûkıyyet kemâlâtına tâbi’ olmaktır ki, Allahü
teâlânın çok sevdiklerine mahsustur ve lütf ile ele geçmez, muhabbet lâzımdır.
Yedinci derece, insan vücudunun her zerresinin tâbi’ olmasıdır. Tâbi’ metbû’a o kadar benzer ki,
tâbi’ olmaklık aradan kalkar. Bunlar da, sanki Resûlullah (s.a.v.) gibi, aynı kaynaktan, herşeyi alır. – 49 –
O’na uymanın ufak bir zerresi bütün dünyâ nimetlerinden ve âhiret se’âdetlerinden kat kat üstündür.
İnsanlık meziyeti ve şerefi O’na tâbi’ olmaktır.
Resûlullaha (s.a.v.) uymak için müslümanların Ehl-i sünnetin dört hak mezhebinden birinde olmaları temel şarttır.
PEYGAMBERİMİZİN (s.a.v.) HADİS-İ ŞERÎFLERİNDEN BAZILARI
“İmân, Allah’a ve meleklere ve kitâblara ve peygamberlere ve kıyâmet gününe ve hayrın
şerrin Allah’ın takdiri ile, dilemesi ile olduklarına inanmakdır.”
“Müslümanlık beş şey üzerine kurulmuştur: Birincisi, Allahü teâlâya ve Muhammed
aleyhisselâmın O’nun Peygamberi olduğuna inanmak. İkincisi, her gün beş vakit namaz kılmak;
üçüncüsü senede bir kerre malın kırkda birini müslüman olan fakîrlere, zekât vermek; dördüncü-
sü Ramazan-ı şerîf ayında her gün oruç tutmak; beşincisi, Mekke-i mükerreme’ye giderek ömründe bir kere hac etmek.”
“Allah’ın kitabında ve benim sünnnetimde bulamadıklarınızı Eshâbımın sözlerinden alınız.
Eshâbım gökteki yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız, hidâyete kavuşursunuz. Eshâbımın birbirinden ayrılıkları rahmettir.”
“Eshâbımı incitmekte Allahü teâlâdan korkunuz. Benden sonra, onları kötü bilmeyiniz. Onları seven beni sevdiği için sever. Onlara düşmanlık eden, bana düşmanlık etmiş olur. Onları inciten beni incitendir. Beni inciten de Allahü teâlâya eziyyet etmiş olur ki, buna azâb eder.”
“Benî İsrâil, yetmişbir fırkaya ayrılmıştı. Bunlardan yetmişi Cehenneme gidip, ancak bir fırkası kurtulmuştur. Nâsâra da yetmişiki fırkaya ayrılmıştı. Yetmişbiri Cehenneme gitmiştir. Bir
zaman sonra benim ümmetim de yetmişüç kısma ayrılır. Bunlardan yetmişikisi Cehenneme gidip,
yalnız bir fırkası kurtulur.” Eshâb-ı kirâm bu fırkanın kimler olduğunu sorduk da, “Cehennemden kurtulan fırka, benim ve Eshâbımın gittiği yolda gidenlerdir.”
“Allahü teâlâ size namazı, orucu, zekâtı farz ettiği gibi, Ebû Bekri, Ömer’i, Osman’ı ve Ali’yi
sevmeyi de farz eyledi.”
Ali (r.a.) dedi ki, Resûlullah (s.a.v.) bana buyurdu ki: “Benden sonra halîfe Ebû Bekir olacaktır.
Ondan sonra Ömer, ondan sonra Osman, ondan sonra da sen (r.a.) olacaksın.”
“Önce inen kitâblar, bir harf, yani kelime idi ve bir şeyi bildirirlerdi. Kur’ân-ı kerîm yedi harf
üzerine nazil oldu. Yedi şey bildirilmektedir: Zecr, emir, helâl, harâm, muhkem, müteşabih ve misâller. Bunlardan helâli helâl biliniz! Haramı harâm biliniz! Emir edilenleri yapınız! Yasak edilenlerden sakınınız! Misâl ve kıssa olanlardan ibret alınız. Muhkem olanlara uyunuz! Müteşabih olanlara inanınız. Bunlara inandık. Hepsini Rabbimiz bildirmiştir, deyiniz.”
“Sözlerin en iyisi Allahü teâlânın kitabıdır. Yolların en iyisi, Muhammed aleyhisselâmın gösterdiği yoldur. İşlerin en kötüsü bu yolda yapılan değişikliklerdir. Bid’atlerin hepsi dalâlettir, sapıklıktır.”
“Ümmetimin müctehidleri arasındaki ayrılık, rahmet-i ilâhîdir.”
“Bir müctehid âyet-i kerîmeden ve hadîs-i şerîften bir hüküm çıkarırken, isabet ederse buna
on sevab verilir. Hatâ ederse, bir sevab verilir.”
“Âdem ve bütün peygamberler benimle öğündüğü gibi ben de ümmetim içinde, soy adı Ebû
Hanîfe, ismi Nu’man olan bir kimse ile öğünürüm ki, ümmetimin ışığı olacaktır, onları yoldan
çıkmaktan, cehâlet karanlığına düşmekten koruyacaktır.”
“Bu ümmetin âlimleri iki türlü olacaktır. Birincileri ilimleri ile insanlara faydalı olacaktır. Onlardan bir karşılık beklemeyeceklerdir. Böyle olan insana denizdeki balıklar ve yeryüzündeki
hayvanlar ve havadaki kuşlar duâ edeceklerdir. İlmi başkalarına faydalı olmayan, ilmini dünyâlık
ele geçirmek için kullananlara kıyâmette Cehennem ateşinden yular vurulacaktır.”
“Kıyâmete yakın ilim azalır, cehâlet artar ve ilmin azalması, âlimlerin azalması ile olur. Câhil
din adamları, kendi görüşleri ile fetva vererek fitne çıkarırlar. İnsanları doğru yoldan saptırırlar.”
“Allahü teâlânın en üstün dediği kimse dinde fakîh olan kimsedir.”
“İlim Çin’de de olsa alınız.”
“Namaz dinin direğidir. Namaz kılan kimse dinini kuvvetlendirir.”
“Namaz kılmayan elbette dinini yıkar.” – 50 –
“Namaz, mü’minin miracıdır.”
“Mü’min tüccara benzer. Tüccar sermayesini kurtaramadıkça kâr edemez. Bunun gibi farzı,
kılmayıp kazası olan kimse, kazâsını kılmadan nafile kılarsa, boş yere zahmet çekmiş olur. Bu
kimse kazasını ödemedikçe, Allahü teâlâ onun namazlarını kabul etmez.”
“Amelsiz söz kabul olmaz. Niyyetsiz amel kabul olmaz. Sünnete uygun olmazsa hiçbiri kabul olmaz.”
“Birbirinize müslümanlığı öğretiniz. Emr-i marufu bırakır iseniz, Allahü teâlâ en kötünüzü
başınıza musallat eder ve duâlarınızı kabul etmez.”
“Günâh işleyeni eliniz ile men ediniz. Buna kuvvetiniz yetmezse söz ile mâni olunuz. Bunu
da yapamaz iseniz, kalbiniz ile beğenmeyiniz. Bu ise îmânın en aşağısıdır.”
“Fitne veya bid’at yayıldığı ve Eshâbım kötülendiği zamanda hakkı bilen, bilgisini
müslümanlara duyursun. Hakkı, yani doğru yolu bildiği hâlde, müslümanlara duyurmayanlara
Allahü teâlâ ve melekler ve bütün insanlar lanet eylesin. Allahü teâlâ bu kimsenin farzlarını ve
nafile ibâdetlerini kabul etmez.”
“Beş şey gelmeden evvel beş şeyin kıymetini biliniz: Ölmeden önce hayâtın kıymetini, hastalıktan önce sıhhatin kıymetini, dünyâda âhireti kazanmanın kıymetini, ihtiyarlamadan gençliğin
kıymetini, fakîrlikten evvel zenginliğin kıymetini.”
“Acele etmek şeytandandır. Beş şey bundan müstesnadır. Kızını evlendirmek, borcunu ö-
demek, cenâze hizmetlerini çabuk yapmak, misafiri doyurmak, günâh yapınca hemen tevbe etmek.”
“Müslümanın müslüman üzerinde beş hakkı vardır: Selâmına cevap vermek, hastasını yoklamak, cenâzesinde bulunmak, davetine gitmek ve aksırıp elhamdülillah diyene, yerhamükellâh
diyerek cevap vermek.”
“Müflis kimdir, biliyor musunuz?” buyurdu. (Bizim bildiğimiz müflis, parası, malı olmayan kimsedir) dediler. “Ümmetimden müflis şu kimsedir ki, kıyâmet günü namazları ile, oruçları ile ve zekâtları ile gelir. Fakat kimisine sövmüştür, kiminin malını almıştır, kiminin kanını akıtmıştır, kimini
dövmüştür. Hepsine bunun sevablarından verilir. Haklarını ödemeden önce sevabları biterse, hak
sahiplerinin günâhları alınarak buna yüklenir. Sonra Cehenneme atılır.”
“Yâ Ebâ Hüreyre! Allah’dan başka hiçbir şeye ümid bağlama! Allah’a tevekkül eyle. Bir arzun varsa Allahü teâlâ hazretlerinden iste! Allahü teâlânın âdeti ilâhiyyesi şöyle carî olmuştur ki,
her şeyi bir sebep altında yaratır. Bir iş için sebebine yapışmak ve sonra Allahü teâlânın yaratmasını beklemek lâzımdır. Tevekkül de bundan ibarettir.”
“Akıllı şu kimsedir ki, günü dörde ayırıp, birincisinde yaptıklarını ve yapacaklarını hesap
eder. İkincisinde, Allahü teâlâya münacaat eder, yalvarır. Üçüncüsünde bir sanatta veya ticârette
çalışıp helâl para kazanır. Dördüncüsünde istirahat eder ve mubah olan şeylerle kendisini eğlendirip harâm şeyleri yapmaz ve onlara gitmez. “
“Ticâret yapınız! Rızkın onda dokuzu ticârettedir.”
“Yarın ölecekmiş gibi âhirete ve hiç ölmeyecekmiş gibi dünyâ işlerine çalışınız.”
“Dünya sizin için yaratıldı. Siz de âhiret için yaratıldınız. Âhirette ise Cennetten ve Cehennem ateşinden başka yer yoktur.”
“İki gün aynı hâlde bulunan” yani her gün ilerlemeyen, bir şey öğrenmeyen, aldandı ziyan
etti.”
Hurma ağaçlarını nasıl aşılamalarının uygun olacağını soran Eshâb-ı kirâma; “Tecrübe edin: Bir
kısım ağaçları, babalarınızın usûlü ile, başka ağaçları da Yemen’de öğrendiğiniz usül ile aşılayın.
Hangisi daha iyi hurma verirse, her zaman o usûl ile yapın.” buyurmuştur.
“Yabancı dil öğrenin, düşman şerrinden böyle kurtulursunuz.”
“Beş şeyi yapan kadın Cehennemden kurtulur: Beş vakit namazını kılar, Ramazan ayında
oruç tutar, zevcini, anasını, babasını üzmez. Yüzünü ve saçlarını yabancı erkeklere göstermez.
Dünya sıkıntılarına sabreder.”
“Müslümanların en iyisi, en faydalısı, zevcesine karşı iyi ve faydalı olandır.”
“Hepiniz bir sürünün çobanı gibisiniz. Çoban sürüsünü koruduğu gibi, siz de evlerinizde ve
emirleriniz altında olanları Cehennemden korumalısınız. Onlara müslümanlığı öğretmelisiniz, öğ-
retmez iseniz mes’ûl olacaksınız.” – 51 –
“Sonra yaparım diyenler helâk oldu.”
“Günahına tevbe eden hiç günâh yapmamış gibidir.”
“Şüphe edilen altını, ateşle muayene ettikleri gibi, Allahü teâlâ, insanları dertle, belâ ile imtihan eder. Bazısı belâ ateşinden hâlis olarak çıkar. Bazısı da bozuk olarak çıkar.”
“Allahü teâlâ, insanları yaratırken, ecellerini, ömürlerini ve rızıklarını takdir etmiştir.”
“Eshâbım hasta olmaz, İslâm dîni hasta olmamak yolunu göstermiştir. Eshâbım temizliğe
çok dikkat eder, acıkmadıkça birşey yemez ve sofradan doymadan önce kalkar.”
“Allahü teâlâ harâm olan şeylerde size şifâ yaratmamıştır.”
“Vatan sevgisi îmândandır.”
“Cennet ana-babanın ayağı altındadır.”
“Baba hakkı için diyerek yemin etmeyiniz. Yemin, Allah ismi ile olur.”
“Kolaylaştırınız, zorluk çıkarmayınız.”
“Kader, tedbir ile, sakınmakla değişmez. Fakat kabul olan duâ, o belâ gelirken korur.”
“Aklın alâmeti nefse galip ve hâkim olmak ve öldükten sonra lâzım olanları hazırlamaktır.
Ahmaklık alâmeti, nefse uyup Allah’tan af ve merhamet beklemektir.”
“Ben, lâ’net etmek için, insanların azâb çekmesi için gönderilmedim. Ben herkese iyilik etmek için, insanların huzura kavuşması için gönderildim.”
“İyi huyları tamamlamak, iyi ahlâkı dünyâya yaymak için gönderildim.”
“Allahı en iyi tanıyanınız ve O’ndan en çok korkanınız benim, “
“Beni ziyâret için gelip, başka bir iş yapmayarak yalnız ziyâret edene kıyâmette şefâat etmek bende hakkı olur. Bana selâm verene ben de selâm veririm.”
“Şefâatime inanmayan O’na kavuşamaz.”
“İnsanın dîni arkadaşının dîni gibidir.”
“Din bilgisi iki kısımdır: Biri kalbde olan faydalı bilgilerdir. İkincisi dil ile anlatılan zahir bilgileridir.”
“Her yüz senede bir müceddit gelir. Bu dîni kuvvetlendirir.”
“İnsanın bedeninde bir et parçası vardır. Bu iyi olursa, bütün uzuvlar iyi olur. Bu kötü olursa, bütün organlar kötü olur. Bu kalbdir.”
“Şirkten sakınınız. Şirk karıncanın ayak sesinden daha gizlidir.”
“Zikrin en kıymetlisi (Lâ ilâhe illallah) demektir.”
“Sıcak su buzu erittiği gibi, iyi huy da hatâları eritir. Sirke balı bozduğu gibi, kötü huy, hayratı ve hasenatı yok eder.”
“İbâdetlerini ihlâs ile yap. İhlâs ile yapılan az amel kıyâmet günü sana yetişir.”
“Mü’min vekâr sahibi olur, yumuşak olur.”
“Kişi sevdiği ile beraberdir.”
“Bir kimse Allahü teâlâya kavuşmayı severse, Allahü teâlâ da ona, kavuşmayı sever.”
“Evliyâ ol kimsedir ki, onlar görülünce Allah hatırlanır.”
“Fitne uykudadır. Bunu uyandırana Allah lâ’net eylesin!”
“Üç kimse imânın tadını bulur: Allah’ı ve Resûlünü (s.a.v.) herşeyden daha çok sever. Yalnız Allah’ın sevdiği kimseleri sever. İmâna kavuştuktan sonra kâfir olmaktan korkması, ateşte
yanmak korkusundan daha çok olur.”
“Ey eshâbım! Siz öyle bir zamanda geldiniz ki, Allahü teâlânın emirlerinden onda dokuzunu
yapıp, birini yapmazsanız, helâk olursunuz. Cehenneme gidersiniz. Bir zaman gelecek ki, o zamanın mü’minleri emirlerin birini yapabilip, dokuzunu bıraksalar, Cehennemden kurtulurlar. O
zamanda îmânı olanlara müjdeler olsun.”
“İslâmiyet garip, kimsesiz olarak başladı. Son zamanlarda başladığı gibi garip olarak geri
döner. Garip olan müslümanlara müjdeler olsun.” – 52 –
“Müslümanlık, Allahü teâlânın emirlerini büyük bilmek ve Allahü teâlânın mahluklarına acı-
maktır.”
Müslüman olmayan bazı meşhûrların Hazret-i Muhammed (s.a.v.) ve İslâm dîni hakkındaki sözleri
şöyledir:
NAPOLEON
Târihe dünyânın en büyük askerî dehalarından biri, aynı zamanda kıymetli bir devlet adamı olarak
geçen Fransa İmparatoru Napoleon şöyle diyor:
“Allah’ın varlığını ve birliğini, Mûsâ kendi milletine, Îsâ Romalılara, fakat Muhammed bütün eski
dünyâya bildirdi. Arabistan tamamiyle putperest olmuştu. Îsâ’dan altı asır sonra Muhammed (s.a.v.)
kendisinden evvel gelmiş olan İbrâhîm, İsmâil, Mûsâ ve Îsâ’nın Allah’ını Araplara tanıttı. Arapların yanı-
na sokulan aryenler, hakîkî Îsâ dînini bozarak onlara Allah, Allah’ın oğlu, Rûhulkudüs gibi, kimsenin anlayamayacağı doğmaları yapmaya çalışıyor, şarkın sulh ve huzurunu tamamen bozuyorlardı. Muhammed (s.a.v.) onlara doğru yolu gösterdi. Araplara yalnız bir tek Allah olduğunu, O’nun ne babası ne de
oğlu bulunmadığını, böyle birkaç Allah’a tapmanın puta tapmaktan kalan saçma bir âdet olduğunu anlattı.”
PROF. CARLYLE
Dünyanın tanıdığı en büyük ilim adamlarından biri olan İskoçyalı Thomas Caryle diyor ki:
Hazret-i Muhammed aleyhisselâm gelmeden evvel Arapların bulundukları yerlere kocaman bir ateş parçası sıçramış olsaydı kuru kum üzerinde kaybolup gidecek ve hiç iz bırakmayacaktı. Fakat Hazret-i Muhammed aleyhisselâm gelince bu kuru kum dolu çöl, sanki bir barut fıçısına döndü. Delhi’den
Granada’ya kadar bütün yerler birdenbire semâya yükselen alevler hâline geldi. Bu büyük zât sanki bir
şimşekti. O’nun etrafındaki bütün insanlar, O’ndan ateş alan parlayıcı maddeler hâline dönüştüler.”
MAHATMA GANDHÎ
Hindistan’ı İngiliz sömürgesi olmaktan kurtaran Hintli lider, İslâm dinini ve Kur’ân-ı kerîmi inceledikten sonra şunları söylemiştir:
“İslâm dîni yalancı bir din değildir. Hintlilerin bu dîni saygı ile incelemelerini isterim. Onlar da İslâ-
miyet’i benim gibi seveceklerdir. Ben, İslâm dininin Peygamberinin ve O’nun yakınında bulunanların nasıl hayat sürdüklerini bildiren kitapları okudum. Bunlar beni o kadar ilgilendirdi ki, kitaplar bittiği zaman
bunlardan daha fazla olmamasına üzüldüm. Ben şu kanaate vardım ki, İslâmiyet’in çok süratle yayılması, kılıç yüzünden olmamıştır. Aksine herşeyden evvel sadeliği, mantıkî olması ve peygamberinin büyük
tevazuu, (alçak gönüllülüğü) sözünü dâima tutması, yakınlarına ve müslüman olan herkese karşı sonsuz
bağlığı yüzünden İslâm dîni birçok insanlar tarafından seve seve kabul edilmiştir.”
LAMARTİNE
Dünyaca tanınmış büyük Fransız edibi ve devlet adamı. Türkiye Târihi adlı eserinde Muhammed
aleyhisselâm için şöyle diyor:
“Hazret-i Muhammed bir yalancı peygamber miydi? O’nun eserlerini ve târihini inceledikten sonra
bunu düşünemeyiz. Çünkü yalancı peygamberlik iki yüzlülüktür. İki yüzlülükte inandırma kuvveti yoktur;
yalanda da doğruluğun kudreti bulunmaz.
Mekanikte bir cisim atıldığı zaman onun varabileceği yer, fırlatma gücü ile orantılıdır. Bir manevî
ilhamın gücü de onun meydana getirdiği eser ile orantılıdır. Bu kadar çok şey taşıyan, bu kadar uzaklara
kadar yayılan ve bu kadar uzun zaman aynı kudrette devam eden bir “Fikir” (Yani İslâmiyet) yalan olamaz. Bunun çok samimi ve çok inandırıcı olması gerekir. O’nun hayatı, uğraşmaları, memleketininin
hurafelerine ve putlarına kahramanca saldırıp onları parçalaması, puta tapan çoğunluğun hiddetlerine
karşı koymak ataklığı, kendine saldırdıkları hâlde, 13 sene Mekke’de buna dayanması, hemşehrileri
arasında türlü hâdiseler çıkartmak ve kendini adetâ kurban yerine koymak gibi hâllere tahammül etmesi,
Medine’ye hicreti, durmadan yaptığı teşvikler ve verdiği vaazlar, çok üstün düşman kuvvetleriyle yaptığı
savaşlar, kazanacağına olan itimadı, en büyük felâket zamanında bile duyduğu insan üstü güvence,
zaferde bile gösterdiği sabır ve tevekkül, sözlerini kabul ettirme hırsı, sonsuz ibâdeti, Allah’la mukaddes
konuşmaları, ölümü, ölümünden sonra da devam eden şan ve şerefi, zaferleri O’nun hiçbir zaman bir
yalancı peygamber olmadığını, tam aksine büyük bir imâna sahip bulunduğunu gösterir.

Filozof, Hâtip, peygamber, kanun koyucu, cenkçi, insan düşüncelerini etkileyici, yeni doğmalar koyan ve yirmi büyük dünyâ İmparatorluğu ile bir büyük İslâm devleti kuran kişi: İşte Muhammed (s.a.v.)
budur!
İnsanların büyüklüğü ölçmek için kullandıkları bütün mikyaslarla ölçülsün; acaba O’ndan daha bü-
yük bir şahıs var mıdır? Olamaz!”
Bu arada son yıllarda Avrupa ve Amerikalı çeşitli araştırıcılar tarafından yapılan târih boyunca en
büyük insan kimdir, en mükemmel insan kimdir, gibi araştırmalarında, gerek insan zihni vasıtasıyla ve
gerekse kompüterlerle yapılsın daima “Hazret-i Muhammed’dir (s.a.v.)” hükmü ile neticelendiğini de unutmamak gerekir.
HİLYE-İ SE’ÂDET
Eshâbına nasîhatdan sonra,
Fahri âlem dedi, benden sonra,
Hilye-i pâkimi, görse biri.
Olur o, yüzümü görmüş gibi;
Gördükde, hubbu hâsıl olsa,
Ya’nî hüsnüme âşık olsa,
Beni görmeği etse arzu
Kalbi, sevgimle olsa dolu.
Cehennem olur, ona harâm,
Rabbim, Cenneti eder ikrâm,
Dahî, haşretmez çıplak, ânı Hak,
Olur gufranına, Hakkın mülhak.
Denildi ki, hilye-i Resûli,
Severek yazsa, birinin eli.
Eder Hak, onu korkudan emin.
Belâ ile dolsa, rûy-i zemin,
Hastalık görmez, dünyâda teni,
Ağrı çekmez hiç, bütün bedeni.
Günâh etmiş ise de, bu adam,
Cehennem cismine, olur harâm,
Âhıretde azâbdan kurtulur,
Dünyâda, her işi, kolay olur.
Haşreyler, ânı hem, Rabb-i celle,
Dünyâda, Resûlü görenlerle.
Hilye-i Nebîyi, güç iken beyân,
Başlarız, ona oldukça imkân,
Sığınarak zülcelâle,
Vasfederiz âcizane.
İttifak etdi, bu sözde ümem,
Kırmızı beyazdı, Fahr-i âlem.
Mübârek yüzü, hâlis ak idi,
Gül gibi, kırmızımtırak idi.
İnci gibi, yüzündeki teri, – 54 –
Pek hoş eylerdi, güzel cevheri.
Terleyince, O menba’ı sürür,
Dalgalanırdı sanki, bahr-i nûr.
Görünürdü gözü, dâim sürmeli,
Kalbleri çekerdi, güzel gözleri.
Akı, beyaz idi. gayetle,
Meth eyledi Rabbi; âyetle.
Siyahı anın, değildi ufak,
Bir idi. ona, yakınla uzak.
Geniş, güzel ve latifdi gözü,
Nur saçardı hep, mübârek yüzü.
Kuvve-i bâsıra-i Mustafavî,
Gece, gündüz gibi, olurdu kavi.
Bakmak arzu etseydi, bir yere,
Cism-i pâki de dönerdi bile.
Başa tâbi’ ederdi cesedi,
Bunu terk etmemişdi ebedi.
Hem, cism idi, Resûl-i ekrem,
Yaraşır, rûh-i mücessem desem.
Güzel, hem sevimli idi. Resûl,
Hakka çok, sevgili idi. Resûl.
Mâlikle Ebû Hâle, söyledi,
Hilâl gibi, açık kaşlı idi.
İki kaşı arası, her zemân,
Gümüş gibi görünürdü, ayan.
Mübârek yüzü, az yuvarlakdı,
Derisi, berrak, hem de parlakdı.
Siyah kaşları mihrabı ânın;
Kıblesi idi, bütün cihanın.
Ortası, yüksekçe görünürdü,
Yandan bakınca, mübârek burnu.
Çok güzel idi, çekme ve latif,
Edemez gören, O’nu tam ta’rif.
Seyrek idi, dişlerinin arası,
Parlardı, sanki inci sırası.
Ön dişleri, etdikçe zuhur,
Her tarafı, kaplardı bir nur.
Gülse idi, iki cihan serveri,
Canlı cansız, herşeyin peygamberi.
Görünürdü ön dişleri, pek afif,
Dolu dâneleri gibi, çok latif. – 55 –
İbni Abbâs der, Habîb-i Huda,
Gülmeğe, eyler idi, istihyâ.
Hem hayasından O, dînin senedi,
Kahkaha etmedi derler, ebedî.
Nâzik, mahcûb idi, Resûl-i cenâb,
Dâim eyler idi, bakmağa hicâb.
Yüzü benzerdi, yuvarlak aya,
Zâtı aynaydı, yüce Mevlâya.
Nurlu idi, hep o vech-i hasen,
Bakılmazdı, tenevvüründen.
Gönüller aldı. O güzel Nebî,
Aşıkı oldu yüzbin sahâbî.
Bir kerrecik görenler, rü’yâda,
Dediler, böyle zevk yok, dünyâda.
Hem güzel yanakları, bileler,
Fazla etli değildi, diyeler.
Anın etmişdi, cenâb-ı Halık,
Severek, yüzün ak, alnın, açık.
Boynunun nuru, ederdi her ân,
Saçları arasında, leme’an.
Mübârek sakalından, iyi bil,
Ağarmışdı ancak, on yedi kıl.
Ne kıvırcıkdır, ne de uzun,
Her uzvu gibi idi, mevzun.
Gerden-i pâk-i Resûl-i âfak,
Gayet ak idi ve gayet berrak.
Eshâb içinden, çok ehl-i edeb.
Karnı, göğsiyle, birdi dedi, hep.
Açılsaydı, mübârek sinesi,
Feyz saçardı, ilim hazinesi.
Aşka olunca, mahall-i teşrif,
Başka olur mu, o sadr-ı şerîf?.
Mübârek sinesi, geniş idi,
İlm-i ledün, ona inmiş idi.
Ak ve berrakdı, o sadr-ı kebir,
Sanırdı görenler, bedr-i münlr,
Ateş-i aşk-ı zât-ı ezeli,
Odlara yakmışdı, O Güzeli.
Bilir elbet bunu, pir-ü civan,
Yassı kürekliydi, Fahr-i cihan. – 56 –
Sırtı ortası hem, etli idi,
Kerem sahibi, devletli idi.
Gümüş teninde, letafet vardı,
İrice mühr-i nübüvvet vardı,
Sırtında idi, mühr-i nübüvvet,
Sağ tarafına yakındı, elbet.
Bildirdi bize, edenler ta’rif,
Bir büyük ben idi, mühr-i şerîf,
Rengi, sarıya yakın, karaydı,
Güvercin yumurtası kadardı.
Etrâfına çevirmiş, sanki hatlar,
Birbirine bitişik, kılcağızlar.
Anlatanlar, O âlî nesebi,
Dedi, iri kemikliydi Nebî,
Her kemik iri, merdâne idi,
Sureti, sîreti şahaneydi.
Mübârek a’zâsının her biri,
Uygun yaratılmışdı hem, kavi.
Çok hoş idi, her uzvu ânın,
Âyetleri gibi, Kur’ân’ın.
Elleri ayası, O sultânın,
Ayakları altı, dahi ânın.
Geniş ve pâk idi, nâzik mergûb,
Taze gül gibi latif ve mahbûb.
Çok mevzun idi, der ehl-i nazar,
O kerâmetli, mübârek eller.
Selâm verseydi, birine eğer,
Tebessüm ederdi hep, Peygamber.
Bir iki gün, geçseydi aradan,
Hattâ uzasaydı da, bir aydan.
Belli olurdu, hoş kokusundan,
O kimse, adamlar arasından.
Billur gibiydi, ten-i bîmûyu,
Nice medh edeyim, ol pehlûyu.
Dostu seyr etmek için, o şerîf,
Göz olmuşdu, bütün cism-i latif.
Kemâl üzereydi, nâzik teni,
Hallâk göstermişdi, hikmetini.
Yokdu, göğsünde, karnında asla,
Hiçbir kıl, sanki gümüş levha.
Göğsü ortasından aşağı yalnız, – 57 –
Bir sıra kıl, dizilmişdi, hilâfsız.
Bir siyah hat, mübârek bedeninde,
Hoşdu, hâle gibi, ay çevresinde.
Bütün ömründe kalmışdı, keza,
Gençlikde gibi, mübârek a’zâ.
İlerledikçe, sinn-i Nebevî,
Tazelenirdi hep, gonca gibi.
Hem dahi, kâinatın sultânı,
Zan eyleme ki, ola pek yağlı,
Ne zaif, ne de pek etli idi,
Mu’tedil, hem pek kuvvetli idi.
Lâhmı, şahmı, dediler ehl-i derûn,
Birbirinden, ne ziyâdeydi, ne dûn.
Etmiş, ol beden sarayın üstâd,
Adl-ü dâd ile, esâsın bünyâd.
İ’tidâl üzere idi, pak teni,
Nura gark olmuşdu, bütün bedeni.
Orta boylu idi, O Sidre mekân,
Ortalık, Onun ile buldu nizâm.
Seyreden mu’cize-i kâmetini,
Dedi hep, medhedip hazretini.
Görmedik böyle, gül yüzlü güzel,
Boyu, hem huyu, hem yüzü güzel,
Orta boylu iken, Nebî,
Uzun kimseyle yürüseydi.
Ne kadar, uzun olsa idi, o er,
Yine yüksek görünürdü, Peygamber.
Uzun boylu olandan O cevher,
Yüksek idi, el ayası kadar.
Bir yola gitseydi, izzetle,
Hızlı yürür idi, gayetle.
Deriz, vasf-ı şerîfinde yine,
Yürürken, eğilirdi önüne.
Ya’ni, bir yokuşdan iner gibi,
Dâim önüne, az eğilirdi.
Şanlı, şerefli idi, O Celîl,
İftihar eylerdi, rûh-ı Halil.
Bir zâtı ki, murâd ede Huda,
Her a’zâsı, olur elbet a’lâ.
Yolda giderken, eğer bir kimse,
Ansızın, Resûlullahı görse, – 58 –
Korku düşerdi, kalbine ânın,
Yüksekliğinden, Resûlullahın.
Hem de biri, Nebî ile, müdâm,
Sohbet ederek, söylese kelâm,
Sözlerindeki lezzet ile, ol,
Kul olurdu, kabul etse Resûl.
Etmişdi Onu, Hallâk-ı ezel,
Hüsn-i ahlâkla, bî misl-ü bedel.
Yâ Resûlallah! gücüm yok medhine,
Yaratıldık hep, senin hürmetine.
Hâsılı, ey Şâh-ı iklim-i vefâ,
Sana canım da fedâ, herşey fedâ!
 1) Tefsîr-i Taberî (Câmi-ül-beyan)
 2) Tefsîr-i Kurtubî
 3) Tefsîr-i Mazharî
 4) Tefsîr-i Şeyhzâde (Beydavî hâşiyesi)
 5) Tefsîr-i Kebîr (Mefatih-ül-gayb)
 6) Tefsîr-i Ebus-Suûd
 7) Tefsîr-i Hüseynî
 8) Ahkam-ül-Kur’an (Cessâs)
 9) Sahîh-i Buhârî
10) Sahîh-i Müslim
11) Sünen-i Ebî Dâvûd
12) Sünen-i Tirmizî
13) Sünen-i Nesâî
14) Sünen-i İbn-i Mâce
15) Muvatta
16) Müsned-i Ahmed İbn-i Hanbel
17) Hakim Müstedrek
18) Taberanî Mu’cem (Kebîr, Evsat, Sagîr)
19) Beyhekî (Sünen)
20) Umdet-ül-kâri
21) Sîret-i İbn-i Hişâm
22) Ravd-ül-ünf (Süheylî)
23) Megâzî (Vakidî)
24) Tabakât-ı İbn-i Sa’d
25) Ensâb-ül-Eşrâf (Belezûrî)
26) Târîh-üt-Taberî (Târîh-ül-ümem vel-mülûk)
27) El-Kâmil fi’t-târîh (İbn-ül-Esir)
28) El-Vefâ bi ahvâl-i Mustafa
29) Hasâis-ül-Kübra (İmâm-ı Süyûtî)
30) İnsan-ul-uyun (İbrâhîm Halebî)
31) Siyer-i alam-ün-nubela
32) Siyer-i Halebî
33) Es-Sire (Zeyni Dahlan)
34) Huccetullahı al’el âlemîn (Yusuf Nebhanî)
35) Medaricûn nübüvve (Abdulhak-ı Dehlevî)
36) Mearicûn nübüvve (Altı parmak)
37) Mevahibu ledünniyye ve Zerkânî şerhi
38) Envar-ül-Muhammediyye
39) Şifa-i şerîf (Kâdı lyaz)
40) Delâil-ün-nübüvve (Ebû Nuaym)
41) Şemail’l-ür-Resûl (Tirmizî)
42) Delail’ün-nübüvve (Beyhekî)
43) Hamîs (Diyar-ı Bekrî)
44) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye
45) Eshâb-ı Kirâm
46) Delâil-ül-hayrat – 59 –
47) Caliyet-ül-ektar
48) Mevlid-i şerîf risâlesi (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî) yazma
49) Mektûbât (İmam-ı Rabbânî)
50) İsbat-ün-nübüvve (İmâm-ı Rabbânî)
51) Kısas-ı Enbiyâ (Ahmed Cevdet Paşa)
52) Eşî’ât-ül-lemeât (Abdulhak-ı Dehlevî)
53) Ecdâd-ı Peygamberî (Seyyid Abdülhakîm Arvasî) yazma
54) Herkese Lâzım Olan Îmân
55) Kitab-ul-iber (İbni Haldun)
56) Rehber Ansiklopedisi cild-12, sh-235



PEYGAMBER EFENDİMİZ S.A.V. MEDİNE DEVRİ






PEYGAMBER EFENDİMİZ S.A.V. MEDİNE DEVRİ

Peygamberimizin (s.a.v.) Bi’setin onüçüncü yılında 12 Rebî’ul-evvelde, milâdî 622 senesinde Medine’ye Hicreti ile on sene süren Medine devri başladı.
Bu sırada Medine’de Yemen’den gelip yerleşmiş olan Evs ve Hazrec kabileleri ve Benî Kaynuka,
Beni Nadir, Benî Kureyza adında üç Yahudi kabilesi bulunuyordu. Mekkeli müslümanların gelip Medine’de bulunan müslümanlarla her bakımdan yardımlaşmak üzere kardeşlik kurmaları ile Medine’nin havası değişmişti.
İlk zamanlarda Medine’de bir mescid olmadığı için Peygamberimizin (s.a.v.) bulunduğu her yerde
cemaatla namaz kılınıyordu. Daha sonra Resûlullahın Medine’ye ilk geldikleri gün devesinin çöktüğü
arsa satın alınarak oraya bir mescid, Resûlullah için de bu mescide bitişik odalar yapıldı.
Peygamberimiz (s.a.v.) kalmakta olduğu Eshâb-ı kirâmdan Ebû Eyyûbi Ensârî Hâlid bin Zeyd’in
(r.a.) evinden mescidin bitişiğinde yapılan bu odalara taşındı (Bkz. Ebû Eyyub-i Ensârî). Yine bu arada
Peygamberimiz (s.a.v.) mallarını, mülklerini Mekke’de bırakarak hicret eden müslümanlar ile Medineli
müslümanlar arasında kardeşlik kurdu. Her Medineli müslüman, Mekke’den gelen müslümanlardan birini evine aldı, malına ortak etti. Evi, ailesi olmayan yetmişden fazla fakîr müslüman da mescidin avlusunda yapılan sofada ikamet ettiler, bütün ihtiyaçları burada, karşılandı. Bunlara “Eshâb-ı Suffa” denildi.
Bunlar Peygamberinizin (s.a.v.) yanından ayrılmaz, söylediklerini ezberler, İslâmiyeti iyice öğrenirlerdi.
Medine dışındaki yerlere İslâmiyyeti öğretmek üzere bunlardan muallimler gönderilirdi.
Hicretin birinci yılında Medine’de mescid yapıldıktan sonra günde beş vakit ezan okunmaya baş-
landı. Yine bu sene Peygamberimiz (s.a.v.) Hz. Ebû Bekir’in kızı Hz. Âişe ile evlendi.
Müslümanlar Medine’ye hicret ettikten sonra da müşrikler düşmanlıklarını devam ettirdiler. Her sene hac mevsiminde çevreden Kâ’bedeki putlara tapmak için gelen Arab kabilelerinden kazanç sağlayan
müşrikler bu kazancın ellerinden kaçması endişesine kapıldılar. Ayrıca Mekkeli müşriklerin Şam ticâret
yolu da Medine yakınından geçiyordu. Bu yolun da kapanmasından korkan müşrikler, yeni çareler arı-
yorlardı. Hicretten sonra Medine’de birleşen müslümanların karşısında; Mekkeli müşrikler, Medinede ve – 26 –
ve çevresinde bulunan Yahudiler ve münafıklar olmak üzere üç çeşit düşmanları vardı. Bu bakımdan
tehlike daha çok artmıştı. Böylesine mühim ve tehlikeli bir durum karşısında Peygamberimiz (s.a.v.) tarafından yeni tedbirler alındı. Medine’de bulunan Evs ve Hazrec kabileleri arasındaki anlaşmazlıkları
düzeltip onları birbirine dost yaptı. Yahudi kabileleri ile de bir anlaşma yapıldı. Bu anlaşmaya göre; Yahudiler kendi dinlerinde serbest kalacak, ancak Medine’ye dışardan yapılacak her türlü düşman saldırı-
sına karşı müslümanlarla birlikte vatanlarını müdafaa edeceklerdi. Yahudilerle müslümanlar arasında bir
anlaşmazlık çıkarsa, Resûlullahın hakemliğini kabul edeceklerdi. Bundan başka Mekke civarında bulunan diğer kabileler ile sulh antlaşması yaptı. Mekkelilerin Şam ticâret yolu kapatıldı. Medine’de bulunan
müslümanların ilk nüfus sayımı yapılıp binbeşyüz civarında bulunan müslümanlar için nüfus defteri tutuldu.
Peygamberimiz (s.a.v.) Medine’nin asayişini korumak, düşmanların durumunu kontrol etmek için
de devriyeler tertipledi. Muhtemel düşman saldırılarına karşı nöbet tutuluyordu. Düşman hücum etmedikçe ve tecavüze uğramadıkça savaş yapmamak üzere hazırlanan bu keşif kollarına (seriyye) denir.
Beş ile dörtyüz kişi arasında değişen bu seriyyeler Hz. Hamza’nın, Hz. Ubeydetübni Hâris’in ve Hz. Sa’d
bin Ebî Vakkas’ın komuta ettiği seriyye olmak üzere üç seriyye hazırlanmıştı. Hicretin ikinci yılında cihada, düşmanla harbe izin verildi. Önce yalnız müdafaa etmek suretiyle izin verilmesi üzerine ilk gazâlar
yapılmaya başlandı. Peygamberimizin bizzat idare ettiği savaşlara “Gazâ”, başında bulunmadığı askerî
harekâta da “Seriyye” adı verildi. Medine devrinde yapılan gazâların sayısı yirmidir. Seriyyeler ise daha
fazladır. Cihada izin verilmesi Kur’ân-ı kerîmde Hicr sûresi 39-41 âyetlerinde, Hac sûresi 39. âyetinde,
Bekara sûresi 190, 192 ve 193. âyetlerinde bildirilmektedir. Hicretin ikinci yılı olaylarından müdafaa için
cihada izin verilmesinin yanında bir diğer hadîse de, daha önce Kudüs’e karşı namaz kılınmakta iken
Allahü teâlânın Kâ’be’ye yönelerek namaz kılmayı emretmesi ile kıble değişti. Kıblenin değiştiğini,
Kâ’be’ye yönelerek namaz kılınmasını emreden Bekara sûresi 144. âyeti nazil olunca Müslümanların
kıblesi Kâ’be oldu. Kıblenin Kâ’be olmasından bir ay ve hicretten 18 ay sonra Şaban ayının 10. günü
Bedir gazâsından bir ay önce oruç farz oldu. Yine bu sene Ramazan ayında teravih namazı kılınmaya
başlandı ve sadaka-yı fıtr vermek vacip oldu. Hicretin ikinci senesinde Ramazan ayında zekât vermek
de farz oldu. Hicretin ikinci yılında Zilhicce ayında da Kurban kesmek ve bayram namazı kılmak vacip
oldu.
BEDİR SAVAŞI
Muhammed aleyhisselâm Medine’ye hicret ettikten sonra. Medine’de bütün işleri ve münâsebetleri
belli bir tertibe koyup, müslümanları güçlü bir duruma getirdi. Böylece İslâmiyet her geçen gün yayılıyor
ve müslümanlar da kuvvetleniyordu. Diğer taraftan Mekkeli müşrikler ise Müslümanlar üzerine saldırmak
için devamlı hazırlık yapıyorlar ve savaş için bahaneler arıyorlardı. Nihayet miladî 624 ve hicretin ikinci
yılında müşriklerin bin kişilik bir orduyla Medine’ye yürümeleri üzerine, Medine dışında Bedir denilen
yerde Bedir Savaşı yapıldı. Bu savaşta Müslümanların sayısı 313 kişi idi. Müşriklerle yapılan bu ilk savaşta Müslümanlar ilk parlak zaferi kazandılar. Başta Ebû Cehil olmak üzere müşriklerin ileri gelenleri
öldürüldü. Yine bir kısım ileri gelenleri olmak üzere 70’i esir alındı. Peygamberimiz (s.a.v.) bu esirlerin bir
kısmını fidye karşılığı, okuma yazma bilenleri de Medineli 10 çocuğa okuma yazma öğretmek şartıyla
serbest bıraktı. Bu hadîse Mekke’den ve Medine’den bir çok kimsenin müslüman olmasına sebep oldu.
Bedir Savaşında Müslümanların galip gelmesi, Medine’de bulunan Yahudileri endişelendirmişti.
Münafıklarla birleşen Benî Kaynuka Yahudileri, Peygamberimizle (s.a.v.) yaptıkları vatandaşlık anlaş-
masını bozarak harbe karar verdiler. Bunun üzerine yapılan Benî Kaynuka gazasında yenilip teslim olan
Yahudiler Medine’den çıkarıldı.
Muhammed aleyhissselâm müşriklere önce İslâm’ı anlatarak ve nasîhat ederek imân etmelerini
bildirdi. Yine imân etmeyip düşmanlık yapmalarına sabrederek, onları daima îmân etmeye çağırdı. Nihayet Allahü teâlânın önce müdafaa, sonra da haktan kaçınanlara cihad emriyle savaş yaptı. Bu savaş-
lardan ilki olan Bedir Savaşında müşrikler ağır bir yenilgiye uğradı. Müslümanlar ise artarak kuvvetlendi.
Günden güne İslâmiyyet yeni vak’alarla yayıldı.
Hicretin üçüncü yılında meydana gelen başlıca hadîseler şunlardır:
Sevik gazvesi, Necd gazvesi, Zeyd bin Hârise Seriyyesi, Muhammed hin Mesleme Seriyyesi yapıldı. Peygamberimiz (s.a.v.) kızı Ümmü Gülsüm’ü, Hazret-i Osman ile evlendirdi. Hazret-i Ömer’in kızı
Hafsa’yı kendi nikâhlarına aldılar. Hazret-i Ali’nin oğlu, Hazret-i Hasan dünyâya geldi Şevval ayında
Uhud gazvesi yapıldı.
UHUD SAVAŞI
Bedir savaşında yenilen müşrikler bir yıl sonra da 3000 kişilik bir kuvvetle Medine üzerine yürüdü-
ler. Peygamberimiz müşriklerin bu saldırısına karşı 1000 kişilik bir ordu ile düşmanı Uhud dağında karşı– 27 –
ladı. Bir müdafaa savaşı olan Uhud Savaşında Peygamberimizin (s.a.v.) mübârek dişi kırıldı, mübârek
yüzü kanadı ve mübârek dudağı yaralandı. Hz. Hamza şehîd edildi. Bundan başka Muhâcir ve
Ensâr’dan yetmiş sahâbî şehîd oldu.
Uhud Savaşından sonra hicretin dördüncü yılında Beni Nadir gazâsı yapıldı. Daha önceden Peygamberimizle (s.a.v.) anlaşma yapan Yahudi kabilelerinden Beni Nadir kabilesi Uhud Savaşından sonra
Peygamberimize (s.a.v.) suikast yapmaya kalkışarak anlaşmayı bozdular. Münafıkların kendilerini destekleyeceklerini söylemeleri üzerine anlaşmayı yenilemeye yanaşmayan Beni Nadir kabilesi ile yapılan
savaşta, bu kabile Medine’den çıkarıldı. Böylece müslümanların Medine’deki durumu daha da kuvvetlendi.
Hicretin dördüncü yılında müşrikler, Medine’den çıkarılan Yahudiler ve münafıklar çok tehlikeli bir
hal almışlar, her fırsatta saldırmaya hazırlanıyorlardı. Peygamberimiz (s.a.v.) bu düşmanlara karşı korunma ve savunma tedbirleri aldı. Bir taraftan da İslâmiyyeti yaymak için çevrede bulunan kabilelere
Eshâb-ı kirâmdan heyetler gönderiyordu. Onlar da gittikleri yerlerde İslâmiyeti anlatıyor, insanları îmân
etmeye davet ediyorlardı.
Medine civarında bulunan iki kabile Peygamberimize (s.a.v.) elçi göndererek kendilerine İslâmiyeti
öğretmek üzere muallim (öğretmen) istediler. Bu istek üzerine Eshâb-ı kirâmdan on kişi gönderildi. Reci
denilen yere vardıklarında 200 kişilik bir düşman hücumuna uğrayan bu heyetten 8 kişi şehîd oldu. Bu
hadîseye “Reci vakası” denir. Yine Necid şeyhi Ebû Bera’nın Medine’ye gelip kendilerini irşad için muallimler istemesi üzerine irşad için Eshâb-ı kirâmdan 70 kişilik bir heyet gönderilmişti. Eshâb-ı Suffa’dan
olan bu irşad heyeti “Bir-i Mâûne” denilen yere vardıklarında, Necidliler verdikleri teminata rağmen ihâ-
net ederek üzerlerine gönderdikleri bir ordu tarafından yetmişini de şehîd ettiler. Bu hadîse de “Bir-i
Mâûne faciası” adı ile bilinmektedir.
Şarap (içki) içmeyi harâm kılan âyet-i kerîme de hicretin dördüncü yılında indi. Peygamberimiz
(s.a.v.) bu yılda Hz. Ümm-i Seleme ile evlendi. Hz. Ümmî Seleme’nin kocası Uhud Savaşında yaralanmış, sonra da vefât etmişti. Peygamberimiz (s.a.v.) ihtiyar ve çocukları olan Hz. Ümmü Seleme’yi kendisine nikâhlayarak zor durumdan kurtarıp himayesine aldı.
HENDEK SAVAŞI
Hicretin beşinci yılında Hendek Savaşı yapıldı. Müşriklerin Medine üzerine yaptıkları üçüncü ve
son saldırı olan bu savaş, Beni Nadir Yahudileri ve müşriklerin beraberce hazırladıkları onbin kişilik bir
orduya karşı Peygamberimiz (s.a.v.) Medine’nin etrafına geniş ve derin bir hendek kazdırıp üçbin kişilik
bir ordu ile düşmana karşı durdu. Bir ay süren kuşatmada Medine’de bulunan Benî Kureyza Yahudileri
de Peygamberimizle (s.a.v.) yaptıkları anlaşmayı bozarak müslümanları arkadan vurmaya kalkıştılar.
Neticede kuvvetli bir fırtınaya ve şiddetli yağmura tutularak darmadağın olan düşman ordusu perişan bir
halde paniğe kapılarak Mekke’ye döndü. Bu hadîse Kur’ân-ı kerîmde Ahzab sûresi 9. âyetinde şöyle
bildirilmektedir: “Ey îmân edenler! Allah’ın size olan nimetlerini hatırlayınız. Hani ordular saldırmış-
tı da, biz onların üzerine bir rüzgar ve sizin görmediğiniz (meleklerden) ordular göndermiştik.” Bu
savaştan sonra Peygamberimiz (s.a.v.) “Artık nöbet sizindir. Bundan sonra Kureyş sizin üzerinize
gelemez” buyurdu.
Peygamberimiz (s.a.v.) Hendek Savaşından Medine’ye dönünce Eshâb-ı kirâma silahlarını çıkarmadan Hendek, Savaşı sırasında ihânet ederek müşrikler ile birleşip müslümanları arkadan vurmak isteyen Benî Kureyza Yahudileri üzerine hareket emri verdi. Neticede teslim olan bu kabileye haklarında
verilen hüküm uygulandı.
Teyemmüm âyeti ve haccın farz olduğunu bildiren âyet de hicretin beşinci yılında nazil oldu.
Hicretin altıncı yılında Mekke dışındaki müşrikler ile Müreysi Gazası yapıldı. Mekkeli müşriklerin
İslâmiyeti resmen bir devlet olarak tanımak zorunda kaldıkları Hudeybiye antlaşması da bu yılda yapıldı.
Yine bu yılda Peygamberimiz (s.a.v.) bütün insanlara Peygamber olarak gönderildiğini bildirmek ve
İslâmiyeti her tarafa yaymak için Bizans, İran, Habeş, Mısır, Gassan ve Yemame hükümdarlarına elçiler
göndererek onları İslâma davet etti. Peygamberimizin (s.a.v.) bu daveti karşısında Habeş Hükümdarı
müslüman oldu. Bizans İmparatoru elçiye iyi muamele yaptı. Mısır valisi Peygamberimize (s.a.v.) hediyeler gönderdi. İran Şahı ve Gassan Beyi ise elçilere hakaret ederek sert davrandılar. Yemame Beyi ise
boş ve mânâsız tekliflerde bulundu.
Hicretin yedinci senesinde, İslâmiyet Arap yarımadasında süratle yayılmaya başladı ve düşmanlar
oldukça tesirsiz hale getirildi. Bu yılda vuku bulan mühim hadîselerden biri de Hayber’in fethidir. Peygamberimizin (s.a.v.) Medine’ye hicret etmesinden sonra antlaşma yaptığı Yahudi kabileleri daha sonra
bu antlaşmayı bozarak Mekkeli müşriklerle birleşip müslümanlara ihânet etmeleri sebebiyle birer birer
Medine’den çıkarılmışlardı. Bu yahudi kabilelerinden Beni Nadir kabilesi Hayber’e yerleşmişti. Peygam– 28 –
berimiz (s.a.v.) binaltıyüz kişilik bir ordu ile Hayber üzerine gitti ve bir hafta süren kuşatmadan sonra
Hayber feth edildi. Böylece yahudi tehlikesi ve fitnesi ortadan kaldırıldı. Yine bu yılda Peygamberimiz
(s.a.v.) Eshâb-ı kirâmdan ikibin kişi ile Mekke’ye gidip Kâ’be’yi tavaf etti. Mekkeliler üzerinde büyük bir
tesir bırakan bu ziyâret üzerine bir çok meşhûr kimse müslüman oldu. İslâm’ın ilk yıllarında Mekke’den
Habeşistan’a hicret eden müslümanlar da bu yılda Medine’ye geldiler.
Hicretin sekizinci yılında Mûte Savaşı yapıldı. Peygamberimizin (s.a.v.) gönderdiği bir elçinin şehîd
edilmesi üzerine yapılan bu savaş, yüzbin kişilik Rum ordusuna karşı üçbin müslümanın çok büyük kahramanlıklar gösterdiği bir savaştı. Bu savaştan geri çekilmek zorunda kalan Rumların müslümanlara
karşı olan tutumu iyice kırıldı.
MEKKENÎN FETHİ
Hicretin sekizinci yılında vuku bulan hadîselerin başında Mekke’nin fethi yer alır. Peygamberimiz
(s.a.v.) ile on sene müddetle Hudeybiye antlaşmasını imzalayan Kureyşliler, daha iki yıl geçmeden antlaşmayı bozdular. Peygamberimiz (s.a.v.) Kureyşlilerden yapılan antlaşmaya uymalarını istedi. Müşrikler
buna yanaşmayınca Peygamberimiz (s.a.v.) onbin kişilik bir kuvvet ile Mekke üzerine yürüdü. Arap yarımadasında puta tapıcılığın merkezi olan Mekke feth edildi. Kâ’be’deki putlar kırılıp Kâ’be putlardan
temizlendi. Yirmi yıldan beri müslümanlara amansız düşmanlık yapan müşriklerin de gücü tamamen
kırıldı. Peygamberimiz (s.a.v.)’in affına kavuşup, çoğu müslüman oldu. Mekke’nin fethinden sonra
Hevazin ve Sakif kabileleri, Sa’doğulları gibi bazı küçük kabileleri de yanlarına alarak 20 bin kişilik bir
ordu ile harekete geçtiler. Peygamberimiz (s.a.v.) 12 bin kişilik bir ordu ile üzerlerine gidip bu müttefik
müşrik ordusunu mağlup etti. Yenilen bu düşman kabileler Taif’e sığınarak yeniden savaşa hazırlanmaya başladılar. Peygamberimiz (s.a.v.) Tâif’i 20 gün kuşatma altında tuttuktan sonra muhasarayı kaldırdı.
Bir sene sonra da Taifliler kendi istekleriyle müslüman oldular.
Hicretin dokuzuncu yılı İslâmiyet’in Arap yarımadasında büyük bir süratle yayıldığı bir yıl oldu. Bir
taraftan bölük bölük insanlar Medine’ye gelip müslüman oluyor, bir taraftan da İslâmiyeti kabul eden
kabilelerin dînî ve idari işlerini yürütmek için çevreye memurlar ve valiler gönderiliyordu. Bu sırada çevrede İslâm’ın yayılmasını engellemek isteyen devletler vardı. Bunlardan biri de o zamanın en güçlü devletleri arasında yer alan Bizans’dı. Bizans Kayseri Heraklius Mûte Savaşı’ndan beri Arap yarımadasını
istilâ ederek İslâmiyetin yayılmasına son vermek istiyordu. Heraklius, Hıristiyan Arapların ve diğer bir
takım kabilelerin de desteğini alıp, kendisi de 40 bin kişilik bir ordu toplayarak Medine üzerine yürümeye
hazırlanmıştı. Peygamberimiz (s.a.v.) bu durumu haber alınca otuzbin kişilik bir ordu hazırladı. Bu hazırlıkta Eshâb-ı kirâm mallarını da vererek fiilen büyük bir fedâkârlık gösterdi. İslâm ordusu Tebük’e geldiği
sırada müslümanların bu hazırlığını işiten Bizanslılar savaşmaktan çekinip geri dönmüşlerdi. Peygamberimiz (s.a.v.) ordusuyla Tebük’te 20 gün kaldı. Şam’da bulaşıcı bir hastalık olan Tâûn (veba) salgını olduğunu duyunca Medine’ye döndü, Böylece Bizans’ın mukavemeti iyice kırılmış oldu ve İslâmiyetin şanı, şerefi her tarafta duyuldu.
Peygamberimiz (s.a.v.) Mekke devrinde müşrikler, Medine devrinde ise müşrikler, yahudiler ve
münafıklar olmak üzere üç çeşit düşmanla karşılaştı. Bunlardan müşrikler ve yahudilerle yaptığı savaşlar
neticesinde onları mağlup ederek düşmanlıklarına son verdi. Münafıklar ise düşmanlıklarına sinsice ve
gizlice devam ediyorlardı. Bu münafıkların müslümanlara yaptıkları gizli düşmanlıklardan biri de,
müslümanlar arasına fitne sokmak maksadıyla Peygamberimizin (s.a.v.) Medine’ye hicreti sırasında
yaptırdığı, “Temeli takva üzerine atıldı” buyurulan Kubâ mescidi karşısında Mescid-i Dırar’ı yapmalarıdır. Münafıkların Kubâ mescidinin cemaatini bölmek gibi birçok bozuk ve nifak düşüncelerle yaptıkları
bu mescit, Tevbe sûresi 107 ve 108. âyetlerinin nazil olması üzerine Peygamberimiz (s.a.v.) tarafından
yıktırıldı Bu hadîseden iki ay sonra da münafıklar, başları Abdullah bin Übey’in ölmesi ile dağıldı ve
müslümanlara karşı düşmanlık faaliyetleri sona erdi. Böylece hicretin dokuzuncu yılında İslâm’ın belli
başlı düşmanlarının karşı durma ve engelleme güçleri çok mühim bir derecede sona erdirildi.
Bu yılın mühim bir hadîsesi de çevreden Medine’ye akın akın heyetlerin gelmesidir. Bu bakımdan
bu yıla “Senet-ül-Vüfûd=Elçiler yılı denildi. Peygamberimize (s.a.v.) gelen bu heyetler; ya müslüman
olmak için veya müslüman olduklarını bildirmek üzere yahut da kabul ettikleri İslâmiyet’in esaslarını öğ-
renmek için geliyorlardı. Peygamberimiz müslüman olan bu kabilelere İslâmiyet’i öğretmek, işlerini yü-
rütmek üzere muallimler ve valiler gönderdi.
Hicretten önce îmân etmemiş olan ve hicretin sekizinci yılında Taif muhasarası sırasında Peygamberimize (s.a.v.) karşı çıkan Taifliler de hicretin dokuzuncu yılında Tebük seferinden sonra herkesten önce heyet göndererek müslüman oldular.
İslâm’ın beş şartından biri olan hac da hicretin dokuzuncu yılında farz kılındı. Âl-i İmrân sûresinin
96 ve 97. âyetleri nazil olunca Peygamberimiz (s.a.v.) bunu Eshâb-ı kirâma bildirdi. O sene Hz. Ebû
Bekir’i üç yüz kişilik bir kafileye Hac emiri tayin etti. Bu kafilede bulunan Eshâb-ı kirâm Hz. Ebû Bekir’in – 29 –
emirliğinde Mekke’ye gitti. Bu sırada “Berâe” sûresinin ilk âyetleri nazil oldu. Bu âyetlerde muahede
hakkındaki bazı hükümler bildirildi. Peygamberimiz (s.a.v.) bunu bildirmek üzere Hz. Ali’yi de Mekke’ye
gönderdi. O zaman Araplar arasında yaygın olan bir geleneğe göre bir antlaşma yapılır veya yapılmış
olan bir antlaşma bozulursa bunu bizzat yapan veya onun tayin ettiği bir akrabası tarafından ilân olunurdu. Peygamberimiz (s.a.v.) bu iş için Hz. Ali’yi Hac kafilesinin arkasından Mekke’ye gönderdi. Hz. Ali de
kafileye yetişip Mekke’ye girdiler. Hz. Ebû Bekir bir hutbe okudu. Hac ibadetini anlattı. Eshâb-ı kirâm
öğretilen esaslara göre hac yaptılar. Hac ibadeti eda edilirken Hz. Ali de Mina’da “Cemre-i Akabe” denilen yerde bir hutbe okudu. Bu hutbesinde: “Ey insanlar beni size Resûlullah (s.a.v.) gönderdi, diyerek
söze başladı ve Berâe sûresinin ilk âyetlerini okudu. Bundan sonra ben size dört şeyi bildirmeye memurum dedi. Bu dört hususu şöyle bildirdi:
1- Mü’minlerden başka hiç kimse Cennete giremez.
2- Bu seneden sonra hiç bir müşrik Kâ’be’ye yaklaşamayacak.
3- Hiçbir kimse Kâ’be’yi çıplak tavaf etmeyecek (O zaman müşrikler Kâ’be’yi çıplak oldukları halde
tavaf ederlerdi.)
4- Her kimin Resûlullah (s.a.v.) ile antlaşması varsa, müddeti bitinceye kadar muteber olacak.
Bunlar dışındakilere dört ay mühlet tanınmıştır. Bundan sonra hiç bir müşrik için ahd ve himaye yoktur.
O günden sonra hiç bir müşrik Kâ’be’yi tavaf etmeye gelmedi ve hiç kimse çıplak olarak Kâ’be’yi
tavaf etmedi. Bu hususlar bildirildikten sonra müşriklerden çoğu müslüman oldu. Hac farizası yerine getirildikten sonra Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ali yanlarındaki Eshâb-ı kirâm ile Medine’ye döndüler.
Hicretin onuncu yılında İslâmiyet bütün Arap yarımadasına yayıldı. Arabistan’ın her tarafından insanlar Medine’ye geliyor, müslüman olmakla şereflenmek, ebedî se’âdete kavuşmak için birbirleriyle
yarış ediyorlardı. Artık Arabistan’da müslümanlara karşı duracak hiç bir kuvvet kalmamış, İslâmiyet her
tarafa hakim olmuştu. Sadece bazı Yahudi ve Hıristiyan kabileleri müslüman olmamıştı.
Peygamberimiz (s.a.v.) hicretin onuncu yılında Hâlid bin Velîd’i dörtyüz mücâhid ile Yemen civarında bulunan Hâris bin Ka’boğullarını İslâm’a davet etmek üzere gönderdi. Hâlid bin Velîd (r.a.)
Resûlullahın (s.a.v.) emri üzerine bu kabileyi üç gün üst üste İslâm’a davet etti. Onlar da davete icâbet
ederek müslüman oldular. Yine bu yılda Peygamberimiz (s.a.v.) Necranlı Hıristiyanlar ile sulh anlaşması
yaptı. Bu Hıristiyanlardan bir kısmı daha sonra kendiliklerinden müslüman oldu. Bu sene Hz. Ali de,
Eshâb-ı kirâmdan üçyüz kişi ile birlikte Yemen’de bulunan Medlec kabilesini İslâm’a davet etmek için
gönderildi. Önce karşı durdular ise de neticede bu kabile de müslüman oldu. Peygamber efendimiz
(s.a.v.) bu sene İslâmiyet’in yayıldığı bütün beldelere valiler ve zekât toplamak üzere görevliler (amil,
Sai) gönderdi. Peygamberimiz (s.a.v.) Veda haccını da hicretin 10. yılında yaptı.
VEDA HACCI
Hicretin onuncu senesinde Peygamber efendimiz (s.a.v.) hac için hazırlanıp, Medine’deki
müslümanlara da hac için hazırlanmalarını emir buyurdu. Medine dışında bulunan müslümanlara da
haber gönderdi. Bu haber üzerine binlerce müslüman Medine’de toplandı. Hazırlıklar tamamlanınca
Peygamberimiz (s.a.v.) Zilka’de ayının 25. günü 40 bin kişilik bir kafile ile öğle namazından sonra Medine’den hareket etti, 100 tane de kurbanlık deve götürdü. 10 gün süren yolculuktan sonra Zilhicce ayının
4. günü Mekke’ye vardılar. Yemen’den ve diğer beldelerden hac yapmak üzere gelenlerin de katılmasıyla müslümanların sayısı 124 bine ulaştı. Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) Zilhicce’nin 8. günü Mina’ya, 9.
günü (Arefe günü) Arafat’a gitti. Arafat vadisinin ortasında öğleden sonra “Kusvâ” adındaki devesinin
üstünde Veda Hutbesini okudu. O gün Eshâb-ı kirâm ile vedalaştı.
VEDA HUTBESİ
Ey insanlar!
Sözümü iyi dinleyiniz! Bilmiyorum, belki bu seneden sonra sizinle burada ebedi olarak bir daha
birleşemiyeceğim.
İnsanlar! Bugünleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay ise, bu şehriniz (Mekke) nasıl mübârek bir şehir ise, canlarınız, mallarınız, namuslarınız da öyle mukaddestir. Her
türlü tecavüzden korunmuştur.
Eshâbım! Yarın Rabbinize kavuşacaksınız ve bugünkü her hâl ve hareketinizden muhakkak sorulacaksınız. Sakın benden sonra eski sapıklıklara dönüp de birbirinizin boynunu vurmayınız! Bu vasiyetimi burada bulunanlar, bulunmayanlara bildirsin. Olabilir ki bildirilen kimse, burada bulunup işitenden
daha iyi anlıyarak muhafaza etmiş olur. – 30 –
Eshâbım! Kimin yanında bir emanet varsa onu sahibine versin. Faizin her çeşidi kaldırılmıştır, ayağımın altındadır. Lâkin borcunuzun aslını vermek gerektir. Ne zulmediniz, ne de zulme uğrayınız. Allah’ın emriyle faizcilik artık yasaktır. Cahiliyyetten kalma bu çirkin âdetin her türlüsü ayağımın altındadır,
ilk kaldırdığım faiz de Abdulmuttalib’in oğlu (amcam) Abbas’ın faizidir.
Eshâbım! Cahiliyet devrinde güdülen kan davaları da tamamen kaldırılmıştır. Kaldırdığım ilk kan
dâvası Abdulmuttalib’in torunu (amcamoğlu) Rebîa’nın kan davasıdır.
Ey insanlar! Harb edebilmek için harâm ayların yerlerini değiştirmek, şüphesiz ki küfürde çok ileri
gitmektir. Bu, kâfirlerin kendisiyle dalâlete düşürüldükleri bir şeydir. Bir sene helâl olarak kabul ettikleri
(bir ayı) öbür sene harâm olarak ilân ederler. Cenab-ı Hakkın helâl ve harâm kıldıklarının sayısına uydurmak için bunu yaparlar. Onlar Allah’ın harâm kıldığını helâl, helâl kıldığını da harâm ederler.
Hiç şüphe yok ki, zaman Allahü teâlâ’nın yarattığı gündeki şekil ve nizamına dönmüştür.
Ey insanlar! Bugün şeytan sizin şu topraklarınızda yeniden tesir ve hakimiyetini kurma gücünü ebedî sûrette kaybetmiştir. Fakat siz; bu kaldırdığım şeyler dışında, küçük gördüğünüz işlerde ona uyarsanız bu da onu memnun edecektir. Dininizi korumak için bunlardan da sakınınız!
Ey insanlar! Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu hususta Allah’tan korkmanızı tavsiye ederim.
Siz kadınları, Allah emaneti olarak aldınız; onların namuslarını ve iffetlerini Allah adına söz vererek helâl
edindiniz. Sizin kadınlar üzerinde hakkınız, onların da sizin üzerinizde hakları vardır. Sizin kadınlar üzerindeki hakkınız, onların, aile mahremiyetinizi sizin hoşlanmadığınız hiç bir kimseye çiğnetmemeleridir.
Eğer râzı olmadığınız herhangi bir kimseyi aile yuvanıza alırlarsa, onları hafifçe dövüp sakındırabilirsiniz. Kadınların da sizin üzerinizdeki hakları, meşru bir şekilde, her türlü yiyim ve giyimlerini temin etmenizdir.
Ey Mü’minler! Size bir emanet bırakıyorum ki, ona sıkı sarıldıkça yolunuzu hiç şaşırmazsınız. O
emanet Allah’ın kitabı Kur’ân-ı kerîmdir.
Ey mü’minler! Sözümü iyi dinleyiniz ve iyi muhafaza ediniz! müslüman müslümanın kardeşidir ve
böylece bütün müslümanlar kardeştir. Din kardeşinize ait olan herhangi bir hakka tecavüz, başkasına
helâl değildir. Meğer ki, gönül hoşluğu ile kendisi vermiş olsun.
Eshâbım! Nefsinize (kendinize) de zulm etmeyiniz. Kendinizin de üzerinizde hakkı vardır.
Ey insanlar! Allahü teâlâ her hak sahibine hakkını (Kur’an’da) vermiştir. Varise vasiyete lüzum yoktur. Çocuk kimin döşeğinde doğmuşsa ona aittir. Zina eden için mahrumiyet vardır. Babasından başkasına ait soy iddia eden soysuz, yahut efendisinden başkasına intisaba kalkan nankördür. Allah’ın gazabına, meleklerin ve bütün müslümanların lânetine uğrasın! Cenab-ı Hak, bu gibi insanların ne
tevbelerini, ne de adalet ile şehâdetlerini kabul eder.
Ey İnsanlar! Rabbiniz birdir. Babanız da birdir; hepiniz Âdem’in çocuklarısınız. Âdem ise, topraktandır. Allah yanında en kıymetliniz, takvası çok olanınızdır. Arabın arab olmayana bir üstünlüğü yoktur.
Üstünlük ancak takva iledir.
Ey insanlar! Yarın beni sizden soracaklar, ne diyeceksiniz!
Eshâb-ı kirâm (Allah’ın dinini tebliğ ettin. Vazifeni yerine getirdin. Bize vasiyet ve nasîhatte bulundun, diye şehâdet ederiz, dediler).
Bunun üzerine Resûl-i ekrem efendimiz (s.a.v.) mübârek şehâdet parmağını kaldırıp, sonra cemaat üzerine çevirip indirerek; “Şahid ol yâ Rab! Şahid ol yâ Rab! Şahid ol yâ Rab!” buyurdu.
Peygamberimiz (s.a.v.) Veda Hutbesini okuduğu gün, Mâide sûresinin üçüncü âyeti; “Bugün sizin
dininizi kemâle erdirdim. Üzerinize nimetimi tamamladım. Size din olarak İslâm dinini seçtim”
meâlindeki âyet-i kerîme nazil oldu. Peygamberimiz (s.a.v.) bu âyet-i kerîmeyi Eshâb-ı kirâma okuyunca,
Hz. Ebû Bekir ağlamaya başladı. Eshâb-ı kirâm ağlamasının sebebini sorunca (Bu âyet, Resûlullahın
(s.a.v.) vefâtının yakın olduğuna delâlet ediyor. Onun için ağlıyorum.) buyurdu.
Peygamberimiz (s.a.v.) Mekke’de 10 gün kalıp, Veda Haccını yaptı ve Veda Tavafı yaparak Medine’ye döndü. Veda Haccından sonra Eshâb-ı kirâm geldikleri yerlere gidip, Resûlullahın bildirdiği ve emrettiği şeyleri oralarda anlattılar.
Hicretin onuncu yılında vuku bulan bir hadîse de Peygamberlik iddiasında bulunan yalancıların ortaya çıkmasıdır. Bunlardan birisi Yemen’de ortaya çıkan Esved-i Ansîdir. Peygamberimizin (s.a.v.) emri
üzerine Esved-i Ansî Yemen’deki müslümanlar tarafından evinde öldürüldü. Diğeri de Müseylemet-ülKezzab’dır. Peygamberimizin (s.a.v.) vefâtından sonra Ebû Bekir (r.a.), Müseyleme üzerine Hâlid bin
Velîd kumandasında bir ordu gönderdi. Müseyleme de öldürüldü. – 31 –
Peygamberimiz (s.a.v.) hicretin onbirinci yılında hastalanıp, vefâtından kısa bir zaman önce
müslümanlar için büyük bir tehlike olan Bizans üzerine gönderilmek üzere Üsame bin Zeyd komutasında
bir ordu hazırladı. Ordu hareket etmek üzere iken Resûlullahın hastalığının artması üzerine hareket etmedi. Bu ordu daha sonra Hz. Ebû Bekir’in halifeliğinin ilk günlerinde Bizans üzerine gidip parlak zaferler kazandı. Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın vefâtı da bu yılda oldu.
VEFÂTI
Peygamberimiz (s.a.v.) Veda Haccında Mina’da bulunduğu sırada, “Allah’ın yardımı ve Zafer
günü gelip insanların Allah’ın dinine akın akın girdiklerini görünce, Rabbini överek, tesbih et!
O’ndan af dile! Çünkü O, tevbeleri daima kabul eder.” meâlindeki en son nazil olan Nasr sûresi indi-
ğinde Peygamberimiz (s.a.v.) kızı Hz. Fâtıma’yı çağırıp “Bana kendi vefâtım haber verildi.” buyurdu.
Bunun üzerine ağlamaya başlayan Hz. Fâtıma’ya “Ağlama zira benim ehlimden bana ilk kavuşan
sen olacaksın” buyurdu.
Cebrâil aleyhisselâm Peygamber Efendimize (s.a.v.) her sene o zamana kadar nazil olan âyetleri
okumak üzere de bir kere gelirdi. Vefât edeceği sene iki kere gelip Kur’ân-ı kerîmi iki defa baştan sona
okudu.
Resûlullah (s.a.v.) vefât etmeden bir müddet önce Bakî mezarlığında ve Uhud’da bulunan
müslümanların kabrini ziyâret ederek onlar için duâ ve istiğfâr etti.
Bakî mezarlığında iken yanında bulunan Ebû Müveyhib’e dönerek: “Ey Ebû Müveyhib! Ben
dünyâ hazineleri ile âhiret nimetlerini seçmede serbest bırakıldım, istersen dünyâda bakî ol, sonra Cennete git, istersen Likaullah (Allah’a kavuşmak) hasıl olup Cennete gir dediler. Ben
Likaullahı ve sonra Cenneti seçtim.” buyurdu.
Peygamberimiz (s.a.v.) vefâtından önce Humma hastalığına tutuldu. Bu hastalık 13 gün sürdü. Bu
müddetin son 8 gününü Hz. Aişe’nin odasında geçirdi. Hastalığının ilk günlerinde ve ateşi düştüğü sıralarda mescide çıkıp Eshâbına namaz kıldırıyordu.
Hastalığının ikinci günü Hz. Ali ve Fazl bin Abbas kollarına girerek mescide teşrif etti. Minbere oturup hamd ve senâdan sonra, “Ey Eshâbım, bilmiş olunuz ki, aranızdan ayrılmam yaklaştı. Kimin
bende hakkı varsa benden istesin. Benim yanımda sevgili olan benden hakkını istesin veya helâl
etsin ki, Rabbime ve rahmetine bunları ödemiş olarak kavuşayım.” buyurdu. Sonra minberden inip
öğle namazını kıldırdı. Namazdan sonra tekrar minbere çıkıp namazdan önce buyurduğunu tekrar etti.
Bunun üzerine Eshâbdan biri kalkıp üç dirhem alacağı olduğunu söyleyince hemen ödedi.
Peygamberimiz (s.a.v.) hastalığının arttığı günlerde Eshâb-ı kirâma yaptığı vasiyetlerden biri de
şöyledir: “Müşrikleri Arabistan’dan çıkarınız. Size gelen elçilere benim yaptığım gibi ikrâm ve ihsanda bulununuz.” Vefâtından beş gün önce hastalığı biraz hafifledi ve mescide teşrîf edip, minbere
çıkarak Eshâb-ı kirâma: “Ey Eshâbım, hiç bir peygamber ümmeti içinde ebedi olarak yaşamadı.
Biliniz ki, ben de Rabbime kavuşacağım. Muhakkak ki siz de Rabbinize kavuşacaksınız. Dünyada
hiç kimse kalmaz. Herşey Allah’ın iradesine bağlıdır. Allah’ın takdir buyurduğu zaman ne öne
alınır, ne de o zamandan kaçılır. Sizinle buluşacağımız yer, Kevser Havzının başıdır. Her kim benimle Kevser Havzı kenarında buluşmak isterse elini ve dilini korusun, günahlardan sakınsın. Ey
Eshâbım! Allah kullarından birini dünyâ hayatıyla âhıret hayatını seçmekte serbest bıraktı. Fakat
bu kul âhıret hayatını seçti.” Hz. Ebû Bekir, Resûlullahın sözleriyle vefâtına işaret buyurduğunu anlayarak ağlamaya başladı. Peygamberimiz (s.a.v.) “Ağlama Ya Ebâ Bekir” buyurarak onu teselli etti ve
“Bana her bakımdan en faydalı olanınız Ebû Bekir’dir.” ve “Mescide açılan kapılardan Ebû Bekir’inki hariç hepsini kapatınız.” buyurdu. Sonra minberden inerek Hz. Aişe’nin odasına döndü.
Eshâb-ı kirâm çok üzülüp ağlamaya başladı. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.v.) Hz. Ali’nin ve Fâzıl
bin Abbas’ın kollarına girerek tekrar mescide teşrif etti. Minberin alt basamağına durup Eshâb-ı kirâma
son hutbesini okudu ve vasıyyetini yaparak şöyle buyurdu: “Ey Muhacirler, size Ensâr hakkında hayırlı olmanızı vasiyyet ederim. Onlar benim has cemaatimdir. Onlar sizi evlerinde misafir edip, her
hususta sizi nefslerine tercih ettiler. Eshâbım! İlk muhacirlere de hürmet etmenizi vasiyyet ederim. Bütün muhacirler birbirlerine hayırlı olsunlar. Her iş Allah’ın izni ile olur. Allah’ın iradesine
karşı çıkanlar sonunda mağlup olurlar. Allah’ın emrine uymak istemeyenler, muhakkak aldanırlar.” Daha önce Hz. Ebû Bekir’den memnuniyetini belirttiği gibi bu hutbede de Hz. Ömer’den memnuniyetini belirtti ve “Ömer benimledir, ben de onunlayım. Benden sonra hak Ömer’le beraberdir.” buyurdu. Resûlullah (s.a.v.) bu hutbeden sonra minberden indi ve Eshâbdan ayrılıp odasına çekildi. Vefâ-
tına üç gün kala bir yatsı vaktinde namaz için ezan okunmuştu. Peygamberimiz (s.a.v.) namazın kılınıp
kalınmadığını sorunca, (Cemaat sizi bekliyor yâ Resûlallah!) denildi. Resûlullah cemaate gitmek istedi.
Cemaate gidecek takat bulamayınca “Ebû Bekir’e (r.a.) söyleyin namazı kıldırsın” buyurdu.
Resûlullah (s.a.v.) bu emrini üç defa tekrarladı. Hz. Ebû Bekir üç gün cemaate namaz kıldırdı. – 32 –
Peygamberimiz (s.a.v.) vefât ettiği günün sabah namazı vaktinde mescide açılan odanın kapısındaki perdeyi kaldırdı. Hz. Ebû Bekir cemaate sabah namazını kıldırıyordu. Eshâbına bakıp onların namazda saf tutup durduklarını görünce sevinerek tebessüm etti. Sonra da mescide girdi. Resûlullahın
(s.a.v.) teşrifini fark eden Hz. Ebû Bekir mihrabdan çekilmek üzere iken Resûlullah eliyle yerinde durması için işaret edip oturduğu yerde Hz. Ebû Bekir’e uyarak sabah namazını kıldı. O gün hastalığı hafiflemişti. Namazdan sonra Eshâb-ı kirâma dönüp: “Ey insanlar! Siz Allahü teâlânın hıfzındasınız ve sizi
Allahü teâlâya emânet ettim. Takva üzere olun. Allahü teâlâdan korkun. Allahü teâlânın emrini
tutun ve itâat edin. Ben bu dâr-ı dünyâdan ayrılırım.” buyurdu. Sonra mescidden odasına geçti. Bu,
Eshâb-ı kirâmın Resûlullahı son görüşü oldu.
Resûl-i ekrem efendimiz (s.a.v.) Hz. Âişe’nin hücresine girip yattığı sırada, Üsâme bin Zeyd huzuruna geldi. Resûlullah (s.a.v.) 23 senelik Peygamberlik müddetinde son olarak hazırladığı Suriye tarafında Bizans üzerine gidecek olan orduya kumandan tayin ettiği Üsâme bin Zeyde hareket etmesini buyurdu. Bu sırada Peygamberimizin (s.a.v.) hastalığı şiddetlendi. Kızı Hz. Fâtıma’yı yanına çağırıp kula-
ğına birşeyler söyledi. Hz. Fâtıma ağlamaya başladı. Sonra ikinci defa birşeyler söyleyince Hz. Fâtıma
güldü. Resûlullah (s.a.v.) kızı Hz. Fâtıma’ya vefât edeceğini söyleyince Hz. Fâtıma ağladı. Sonra da
“Sana müjde olsun ki bütün ehlimden önce sen bana kavuşursun” buyurdu. Bunun üzerine Hz.
Fâtıma sevinip güldü.
Resûl-i Ekrem vefât edeceği sırada Hz. Ali’ye, Hz. Âişe’ye vasiyyette ve nasîhatta bulundu. Bu sı-
rada ağlayıp gözyaşı döken Hz. Fâtıma’ya “Kızım bir miktar sabreyle, ağlama. Zira Hamele-i Arş
(melekler) senin ağlaman üzerine ağlaşırlar.” buyurdu. Hz. Fâtıma’nın gözyaşını sildi. Teselli verip
Allahü teâlâdan sabır vermesini diledi ve “Ey kızım, benim ruhum kabz olacak. (İnnâ lillahi ve innâ
ileyhi râci’ûn) diyesin. Ey Fâtıma gelen her musîbete bir karşılık verilir” buyurdu. Bir müddet mübâ-
rek gözlerini kapayıp sonra “Bundan sonra babana üzüntü ve gussa (keder, tasa) olmaz. Zira fâni
âlemden ve mihnet yerinden kurtuluyor” buyurdu. Sonra hanımlarına nasîhat buyurdu. Sonra torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’i yanına alıp, onlara şefkatle bakarak alınlarından öptü. Sonra da Hz.
Ali’yi yanına çağırıp mübârek başını Hz. Ali’nin koluna dayayarak oturup, şöyle buyurdu: “Yâ Ali, zimmetimde filan Yahudinin şu kadar malı vardır. Asker hazırlamak için almıştım. Sakın onu ödemeyi
unutma. Elbette zimmetimi kurtarırsın ve Kevser Havzı başına benimle görüşeceklerin birincisi
sensin. Benden sonra sana çok zarar gelir, sabır edesin. İnsanlar dünyâyı istedikleri vakit sen
ahireti seçesin” buyurdu. Resûlullah (s.a.v.) vasiyyetini tamamladıktan sonra hâli değişti ve yatağına
yatırdılar.
Rebî’ul-evvel ayının onikisinde Pazartesi günü öğleden evvel Cebrâil aleyhisselâm gelip (Yâ
Resûlallah, Cennetleri süslediler, Huri ve Rıdvan donandı. Allahü teâlâ sana hiç kimseye verilmeyen çok
şeyler ihsan etti. Kevser Havzı Makam-ı Mahmud ve Şefâat-i Ümmet verdi. Kıyâmet günü sen râzı oluncaya kadar ümmetini bağışlar. Yâ Resûlallah Melek-ül-Mevt kapıda beklemektedir, içeri girmeğe izin
ister. Şimdiye kadar kimseden izin istememiştir. Bundan sonra da istemez.) dedi.
Resûl-i Ekrem efendimiz (s.a.v.) izin verdi. Azrâil aleyhisselâm içeri girip selâm verdi ve sonra, (Yâ
Resûlallah Allahü teâlâ beni senin huzuruna gönderdi. Senin emrinden dışarı çıkmamamı buyurdu. Dilersen şerefli ruhunu kabz edip ulvi âleme yükselteyim, yoksa dönüp gideyim) dedi. Cebrâil
aleyhisselâm: (Ey Habîbullah, Allahü teâlâ sana müştakdır) dedi. Sonra selâm verip veda ederken (Ey
Muhammed, Ey Ahmed, bundan sonra vahiy için bir daha gelmem ve Hak teâlânın haberini yer yüzüne
getirmem. Benim maksudum ve matlubum sen idin yâ Resûlallah!) dedi. Bundan sonra Peygamber efendimizin (s.a.v.) “Ey Azrâil vazifeni yap” buyurması üzerine, mübârek ruhunu kabz etti. Böylece Resûl-i Ekrem efendimiz (s.a.v.) Hicretin onbirinci yılında (milâdî 632) Rebî’ul-evvel ayının 12’sinde Pazartesi günü öğleden evvel vefât etti. Vefât ettiğinde Kamerî seneye göre 63, Şemsî seneye göre 61 yaşında idi.
Eshâb-ı kirâm, Resûlullahın vefâtı üzerine pek çok üzülüp gözyaşı döktüler. Çoğunun dili tutulup
bir müddet konuşamaz oldular. Hz. Ebû Bekir Resûlullahın yanına girip mübârek yüzünden örtüyü kaldı-
rarak mübârek alnından öptü. Sonra başını kaldırıp, mübârek alnından tekrar öpüp, (Ah Sâfi) dedi. Bir
daha öpüp (Ah dost) dedi. Sonra mübârek pazusunu öpüp ağladı. (Anam babam sana fedâ olsun! dirin
ve ölün tayyib, temiz ve ne güzeldir!) dedi. Ve (Eğer ihtiyarımız elimizde olsaydı canlarımızı yoluna fedâ
ederdik. Eğer sen bizi men etmeseydin, gözlerimizden pınarları akıtırdık. Salât ü selâm okuyup, (Yâ
Resûlallah, bizi Rabbinin katında hatırla) dedi. Sonra dışarı çıktı. Mescidde minbere çıkarak Eshâb-ı
kirâma bir hutbe okudu. Allahü teâlâya hamd ve sena etti ve Resûl-i Ekrem efendimize (s.a.v.) salât okudu. Sonra şöyle dedi: “Her kim Muhammed’e (s.a.v.) îmân etmişse bilsin ki Muhammed aleyhisselâm
vefât etti. Her kim Allahü teâlâya tapıyorsa O, Hayy (diri) ve Bâkî’dir, ölmez, ebedidir.) buyurdu ve sonra
Âl-i imrân sûresinin yüzkırkdördüncü “Muhammed (s.a.v.) de kendinden önce geçen Resûller gibi
Resûldür. Eğer O vefât eder, yahut öldürülürse, siz dininizden, yahut cihaddan, eski halinize dö– 33 –
necek misiniz? Böyle değişen, Allahü teâlâya zarar vermez, kendine zarar eder. İslâm ve sebatta
şükredenlere muhakkak mükâfat verecektir.” âyetini okudu.
Hz. Ebû Bekir Eshâb-i kirâmı ve Ehl-i beyti teselli etti. İlk ânda acı haber üzerine çok şaşıran Hz.
Ömer, Hz. Ebû Bekir’i dinleyince kendine geldi. Peygamberimizin (s.a.v.) vefât ettiği gün Eshâb-ı kirâm
yapılan umûmi bir bi’atle Hz. Ebû Bekir’i halife seçtiler.
HİLYE-İ SEÂDET
Sevgili Peygamberimiz, Muhammed aleyhisselâmın görünen bütün uzuvlarının şekli, sıfatları, gü-
zel huyları, hayatının tamamı bütün incelikleri ile çok geniş ve açık olarak İslâm âlimleri tarafından senetleri, vesikaları ile yazılmıştır. Bu bilgiler bizzat Peygamberimizin kendi beyanları olan hadîs-i şerîflerinden ve Eshâbının bildirdiği haberlerden toplanmıştır. Bunlara (Siyer) kitapları denir. Binlerce siyer
kitabı arasında Peygamber efendimizin (s.a.v.) Hilye-i se’âdetini bildiren en meşhûr kitaplar, İmâm-ı
Tirmizî’nin “Eş-Şemail’ür-Resûl” adlı eseri ve Kâdı İyâd’ın “Şifa-i şerîfi” İmâm-ı Beyhekî’nin ve
İsfehanî’nin “Delâil’ül-Nübüvve” adlı kitapları meşhûrdur.
Hadîs-i şerîflerden ve Eshâb-ı kirâmın bildirdiği haberlerde Sevgili Peygamberimizin (s.a.v.) Hilye-i
se’âdeti şöyle, bildirilmektedir.
Sevgili Peygamberimizin (s.a.v.) mübârek yüzü, bütün uzuvları ve sesi bütün insanların yüzlerinden, azalarından ve seslerinden daha güzeldi. Mübârek yüzü bir miktar yuvarlaktı. Neşeli olduğu zaman
yüzü ay gibi nurlanırdı. Sevindiği alnından belli olurdu. Gündüz nasıl görürse gece de öyle görürdü. Ö-
nünde olanları gördüğü gibi arkasında olanları da görürdü. Bunları isbât eden yüzlerce hadîse kitaplarda
yazılıdır. Yana ve geriyi bakacağı zaman bütün bedeni ile dönüp, bakardı. Mübârek gözleri büyük, kirpikleri uzundu. Gözlerinde bir miktar kırmızılık vardı.
Gözlerinin karası gayet siyahtı. Alnı açıktı. Mübârek kaşları ince ve arası açıktı. İki kaşı arasında
olan damar, hiddetlenince kabarırdı. Mübârek burnu gayet güzel olup, orta yeri bir miktar yüksekti. Başı-
nın büyüklüğü gayet normaldi. Mübârek ağzı küçük değildi. Dişleri beyazdı. Ön dişleri seyrekti. Söz söylediği zaman, dişleri arasından nûr saçılırdı. Allahü teâlâ’nın kulları arasında, ondan daha fasîh ve tatlı
sözlü kimse görülmedi. Mübârek sözleri gayet kolay anlaşılır, gönülleri alırdı ve ruhları kendine çekerdi.
Söz söylediği zaman, kelimeleri inci gibi dizilirdi. Bir kimse saymak istese, kelimeler sayılmak mümkündü. Ba’zan iyi anlaşılması için üç kere tekrar ederdi. Cennette Muhammed (s.a.v.) gibi konuşulacakdır.
Mübârek sesi, kimsenin sesinin yetişemediği yere yetişirdi. Peygamberimizin mübârek kolları etli, parmakları iriydi. Avuçlarının içi genişti. Bütün vücudunun kokusu miskten güzeldi. Bedeni hem yumuşak,
hem de kuvvetliydi. Kolları, ayakları ve parmakları uzundu. Ayak parmakları iriydi, ayaklarının altı çok
yüksek olmayıp yumuşaktı. Mübârek karnı geniş olup, göğsü ile karnı beraberdi. Omuz başının kemikleri
iriydi. Göğsü genişti.
Resûlullah efendimiz (s.a.v.) çok uzun boylu olmayıp, kısa da değildi Yanına uzun bir kimse gelse,
ondan uzun görünürdü. Oturduğu zaman omuzu, oturanların hepsinden yukarı olurdu.
Mübârek saçları ve sakallarının kılı kıvırcık ve çok düz değil, yaratılışta ondüleydi. Saçları uzundu.
Önceleri kâkül bırakırdı. Sonradan ikiye ayırır oldu. Saçlarını ba’zan uzatır, ba’zan da keser, kısaltırdı.
Saç ve sakalını boyamazdı. Bıyığını kısaltırdı. Bıyıklarının uzunluğu ve şekli, kaşları kadardı. Hususi
berberleri vardı. Sakalını bir tutam uzatırdı.
Peygamberimiz, kırmızı ile karışık beyaz benizli olup, gayet güzel ve sevimliydi. Siyah değildi. O,
Arab idi. Arab, lügatte güzel demektir. Arabistanlı olduğu için Arab denilmektedir. Nitekim babası Abdullah’ın güzelliği Mısır’a kadar şöhret bulmuştu ve alnındaki nurdan dolayı ikiyüze yakın kız evlenmek için
Mekke’ye gelmişti. Fakat, onunla evlenmek Âmine’ye nasip olmuştu.
Mısır halkı esmer, Habeşistan halkı siyahtır. Bunlara habeş denir. Zengibar halkına zenci denir.
Bunlar da siyahtır. Bunlar kendilerini Anadolu’da Arab diye tanıttıkları için siyah denmektedir. Bu ise
yanlıştır.
Peygamber efendimiz güler yüzlüydü. Tebessüm ederek gülerdi. Gülerken mübârek dişleri görü-
nürdü. Güldüğü zaman, dişleri arasından çıkan nûru, duvarlar üzerine Işık verirdi. Ağlaması da, gülmesi
gibi hafifti. Kahkaha ile gülmediği gibi, yüksek sesle de ağlamazdı. Fakat mübârek gözlerinden yaş akar,
göğsünün sesi işitilirdi. Ümmetinin günâhlarını düşünüp ağlardı. Allahü teâlânın korkusundan ve Kur’ân-ı
kerîmi işitince ve ba’zen de namaz kılarken ağlardı.
Resûlullah (s.a.v.) efendimiz, misvakını ve tarağını yanından ayırmazdı. Mübârek saçını ve sakalını tararken aynaya bakardı. Geceleri gözlerine sürme çekerdi.
Peygamberimiz önüne bakarak, süratle yürürdü. Bir yoldan geçtiği, güzel kokusundan belli olurdu.
Çünkü O’nun mübârek teri, miskten ve çiçekten daha güzel kokardı. Güzel huyların hepsi Resûlullah’ta – 34 –
(s.a.v.) toplanmıştı. Güzel huyları, Allahü teâlâ tarafından verilmiş olup, çalışarak sonradan kazanmış
değildi. Bir müslümanın ismini söyleyerek, hiçbir zaman lanet etmemiş ve asla mübârek eli ile kimseyi
döğmemiştir. Kendi için hiçbir şeyden intikam almamıştır. Allah için intikam alırdı. Akrabasına, Eshâbına
ve hizmetçilerine tevazu ederek, iyi muamele de bulunurdu. Ev içinde çok yumuşak ve güler yüzlüydü.
Hastaları ziyârete gider, cenâzelerde bulunurdu. Eshâbının işlerine yardım eder, çocuklarını kucağına
alırdı. Fakat kalbi bunlarla meşgul değildi. Mübârek ruhu, melekler âlemindeydi.
Resûlullah efendimizi ansızın gören kimseyi korku kaplardı. Kendisi yumuşak davranmasaydı,
peygamberlik hallerinden, asla kimse yanında oturamaz, sözünü işitmeye takat, güç getiremezdi. Halbuki kendisi hayasının çokluğundan mübârek gözleri ile kimsenin yüzüne bakmazdı. Zekât malı almaz,
fakat hediye alırdı. Herkesin hediyesini kabul ederdi. Hediye getirene karşılık olarak kat kat fazlasını
verirdi.
Peygamber Efendimizi (s.a.v.) metheden onbinlerce kitap, kasîde ve diğer eserler yazılmıştır. Bunları yazanlar içinde şöhretleri ve sanatları bütün dünyâyı ve asırları kaplamış olanları dahi, Resûlullahı
(s.a.v.) methetmekten aciz olduklarını beyan etmişlerdir.
Resûlullah (s.a.v.) efendimiz günümüzde de bütün dünyâ milletlerinin, ilim adamlarının, devlet, siyaset ve fikir adamlarının, ediplerin, târihçi ve askerî şahsiyetlerin alâkasını çekmekte bunların her biri
O’nu biraz inceledikten sonra hayranlık ve şaşkınlıklarını, dile getirmektedirler. Müslüman olmayanlar,
Peygamberimizin (s.a.v.) sadece idareciliği, dehası, askerî, sosyal ve diğer yönlerini görmekte, yalnız
bunlara bakarak O’nu tanımaya çalışmaktadırlar. Gördükleri fevkalâde ve hiçbir insanda görülmemiş
üstünlükler karşısında acze düşmekle beraber, O’na peygamber gözüyle bakmadıkları için O’nu tanı-
maktan ve anlamaktan çok uzak kalmaktadırlar. Müslümanlar Peygamber efendimizin (s.a.v.) güzellik ve
üstünlüklerini ilimleri, ihlâsları ve O’na olan muhabbetleri kadar derece derece görmekte ve anlayabilmektedirler. Bunlardan zahir âlimleri O’nun zâhiri vasıflarını, batın âlimleri de batınî güzelliklerini görebildikleri kadar dile getirmişlerdir. Ulema-i rasihîn denilen hem zahir ve hem de batın bilgilerinde üstad
ve Peygamberimize (s.a.v.) varis olan yüksek İslâm âlimleri ise O’nu bütün güzellikleriyle görmüş ve
aşık olmuşlardır. Bunların en başında Ebû Bekr-i Sıddîk (r.a.) gelmektedir. O, Resûlullah’daki (s.a.v.)
nübüvvet nurunu görmekte, O’nun üstünlük, güzellik ve yüksekliklerini idrak ederek, O’na aşık olmakta
öyle ileri gitmiştir ki, başka hiçbir kimse Ebû Bekr-i Sıddîk (r.a.) gibi olamamıştır. Ebû Bekr-i Sıddîk (r.a.)
her an, her baktığı yerde Resûlullah’ı görürdü. Bir keresinde hâlini “Yâ Resûlallah! Nereye baksam sizi
görüyorum. Helada bile, karşımdasınız, utanıyorum.” diye arz etmişti. Bir keresinde de “Bütün iyiliklerimi,
sizin bir sehvinize (yanılmanıza) değişirim” demişti. Resûlullah’ın (s.a.v.) güzelliğini en iyi görüp anlayan
ve anlatanlardan biri de zevcât-ı mutahhareden, mü’minlerin annesi Hz. Âişe idi. Hz. Âişe âlim,
müctehid, akıllı, zekî, edib idi. Gayet belîğ ve fasîh konuşurdu. Kur’ân-ı kerîmin mânâlarını, helâl ve harâmları, Arap şiirlerini ve hesap ilmini çok iyi bilirdi. Resûlullahı (s.a.v.) metheden şu iki beyti Hz. Âişe
söylemiştir:
“Ve lev semi’ü fî mısre evsâfe haddihî.
Lemâ bezelû fî sevmi Yûsüfe min nakdin.
Levîmâ Zelîhâ lev reeyne cebînehû
Le âserne bilkat’il külûbi alel eydi.”
“Eğer Mısır’dakiler, Onun (Peygamber efendimizin) yanaklarının güzelliğini işitmiş olsalardı, (Gü-
zelliği dillere destan olan) Yûsuf aleyhisselâmın pazarlığında hiç para vermezlerdi. Yani bütün mallarını,
onun yanaklarını görebilmek, için saklarlardı. Zelihâyı (Yûsuf aleyhisselâma âşık oldu diyerek) kötüleyen
kadınlar Resûlullah’ın (s.a.v.) parlak alnını görselerdi ellerinin yerine kalblerini keserlerdi de acısını duymazlardı.”
Gene Hz. Âişe buyuruyor ki “Bir gün Resûlullah (s.a.v.) mübârek nalınlarının kayışlarını çıkarıyordu. Ben de iplik eğiriyordum. Mübârek yüzüne baktım. Parlak alnından ter damlıyordu. Ter damlası, her
tarafa nûr saçıyordu. Gözlerimi kamaştırıyordu. Şaşakaldım. Bana doğru bakıp, “Sana ne oldu ki, böyle dalgın duruyorsun” buyurdu. Yâ Resûlallah! Mübârek yüzündeki nurların parlaklığına ve mübârek
alnındaki ter danelerinin saçtıkları ışıklara bakarak kendimden geçtim, dedim. Resûlullah (s.a.v.) kalkıp
yanıma geldi. Gözlerimin arasını (alnını) öptü ve “Yâ Âişe! Allahü teâlâ sana iyilikler versin! Beni
sevindirdiğin gibi, seni sevindiremedim” buyurdu. Ya’ni senin beni sevindirmen, benim seni sevindirmemden çoktur dedi. Hazret-i Âişe’nin mübârek gözlerinin arasını öpmesi, Resûlullahı (s.a.v.) severek, O’nun cemâlini anlayarak gördüğü için aferin ve takdir olmaktadır.
Resûlullah’ın (s.a.v.) Kur’ân-ı kerîmde geçen isimlerinden biri de Kur’ân-ı kerîmin kalbi olan “Yâ-
sin” sûresindeki “Yâsin” kelimesidir. Ulemâ-i Rasihîn’in büyüklerinden olan Seyyid Abdülhakim-i Arvâsî
hazretleri, “Yâsin”, (Ey benim muhabbet deryamın dalgıcı olan habibim) demektir.” buyurmuştur. Bu deryanın ismini duyanlar, uzaktan görenler, yakınına gelenler, içine girip nasîbi kadar derine inenlerin hepsi, ömürlerinin her safhasında Resûlullahın (s.a.v.) aşkı ile yanıp tutuşmuşlar, yanık feryatlar, içli gözyaş– 35 –
ları ve yakıcı mısralarla bu aşklarını dile getirmişlerdir. Bunların içinde en büyük ve meşhûrlarından olan
ve bu muhabbet deryasından büyük pay sahibi olan Mevlâna Hâlid-i Bağdâdî hazretleri de Resûlullaha
(s.a.v.) olan muhabbet ve aşkını dile getirdiği kasîdelerinden birinde şöyle yazmaktadır:
Server-i âlem, sana âşık olup da, yanarım!
Her nerede olsam, o güzel cemâlin ararım.
Kâ’be kavseyn tahtının sultânı sen, ben bir hiçim.
Misafirinim dememi saygısızlık sayarım.
Herşey cihanda senin şerefine yaratıldı.
Rahmetin bana da yağsa, o ân olur beharım.
Herkes Kâ’be’yi tavaf için geliyor Hicaz’a,
Sana kavuşmak şevkîle, ben dağları aşarım.
Se’âdet tâcı giydirildi, rü’yâda başıma,
Ayağın toprağı serpildi yüzüme sanırım.
Dostunu öven âşıkların bülbülü, ey Câmi!
Divânında şu yazılar, oluyor, tercümanım.
Dili sarkmış, susuz kalmış, uyuz bir köpek gibi,
Senin ihsan denizinden bir damla arzularım.
Resûlullah’ı sevmek, bütün müslümanlara farz-ı ayndır. O serverin sevgisi bir gönüle yerleşirse,
İslâmiyeti yaşamak, imânın ve İslâm’ın tadına doyulmaz zevkine ermek, çok kolay olur. Bu sevgi, iki
cihanın efendisine tam uymaya sebep olur. Bu sevgi ile Allahü teâlânın habibine ikrâm ettiği sonsuz ve
tarife sığmaz nimetlere ve bereketlere kavuşmakla şereflenilir. Küçük, büyük her müslümanı doğrudan
doğruya Resûlullahın sevgisine götüren ehli sünnet âlimleri ve kitapları bu bereketlerin senetleridir.
MUHAMMED ALEYHÎSSELÂMIN YÜKSEK AHLÂKI
Allahü teâlâ, sevgili Peygamberine (s.a.v.) verdiği iyilikleri, ihsanları sayarak, O’nun mübârek kalbini okşarken, kendisine güzel huylar verdiğini de saymakta, “Sen güzel huylu olarak yaratıldın” buyurmaktadır. İkrime (r.a.) buyuruyor ki, Abdullah İbni Abbâs’dan işittim: Bu âyet-i kerîmedeki (Huluk-ı
azim) yani güzel huylar, Kur’ân-ı kerîmin bildirdiği ahlâktır. Âyet-i kerîmede “Sen huluk-ı azim üzeresin” buyuruldu. Huluk-ı azim demek, Allahü teâlâ ile sır, gizli şeyleri bulunmak, insanlar ile de güzel
huylu olmak demektir. Çok kimselerin İslâm dinine girmesine, Resûlullahın (s.a.v.) güzel ahlâkı sebep
oldu.
Sözleri gayet tatlı olup gönülleri alır, rûhları cezb ederdi. Aklı o kadar çokdu ki, Arabistan yarımadasında, sert, inadçı insanlar arasında gelip, çok güzel idare ederek ve cefâlarına sabrederek, onları
yumuşaklığa ve itâ’ate getirdi. Çoğu dinlerini bırakıp müslüman oldu ve dîn-i İslâm yolunda babalarına
ve oğullarına karşı harb etdi. Onun uğrunda mallarını, yurtlarını fedâ edip, kanlarını akıtdı. Hâlbuki, böyle şeylere alışık değildiler. Güzel huyu, yumuşaklığı, afvı, sabrı, ihsanı, ikrâmı, o kadar çokdu ki, herkesi
hayran bırakırdı. Görenler ve işitenler seve seve müslüman olurdu. Hiçbir hareketinde, hiçbir işinde,
hiçbir sözünde, hiçbir zeman, hiçbir çirkinlik, hiçbir kusur görülmemişdir. Kendisi için kimseye gücenmediği hâlde, din düşmanlarına, dîne dil ve el uzatanlara karşı sert ve şiddetli idi.
Muhammed aleyhisselâmın bin mu’cizesi göründü, dost düşman herkes de bunu söyledi. Bu kadar
mucizelerinin en kıymetlisi, edebli olması ve güzel huyları idi. Ebû Sa’îd-i Hudrî hazretleri buyurdu ki,
Resûlullah (s.a.v.), hayvana ot verirdi. Deveyi bağlardı. Evini süpürürdü. Koyunun sütünü sâğardı. Ayakkabısının söküğünü dikerdi. Çamaşırını yamardı. Hizmetçisi ile birlikte yerdi. Hizmetçisi el değirmeni
çekerken yorulunca ona yardım ederdi. Pazardan öte beri alıp, torba içinde eve getirirdi. Fakîrle, zenginle, büyükle, küçükle karşılaşınca, önce selâm verirdi. Bunlarla müsâfeha etmek için, mübârek elini önce
uzatırdı. Köleyi, efendiyi, beyi, siyahı ve beyazı bir tutardı. Her kim olursa olsun, çağrılan yere giderdi.
Önüne konulan şeyi, az olsa da, hafif, aşağı görmezdi. Akşamdan sabaha ve sabahdan akşama yemek
bırakmazdı. Güzel huylu idi. İyilik etmesini sever idi. Herkesle iyi geçinirdi. Güler yüzlü, tatlı sözlü idi.
Söylerken gülmezdi. Üzüntülü görünürdü. Fakat, çatık kaşlı değildi. Aşağı gönüllü idi. Fakat, alçak tabiatlı değildi. Heybetli idi. Yani saygı ve korku hasıl ederdi. Fakat, kaba değildi. Nazik idi. Cömert idi. Fakat, israf etmez, faydasız yere birşey vermezdi. Herkese acır idi. Mübârek başı hep önüne eğik idi. Kimseden birşey beklemezdi. Se’âdet, huzur isteyen, O’nun gibi olmalıdır. – 36 –
Enes bin Mâlik (r.a.) buyuruyor ki, (Resûlullaha (s.a.v.) on sene hizmetçilik ettim. Bana bir kerre uf
demedi. Şunu niçin böyle yaptın, bunu niçin yapmadın buyurmadı). Yine (Mesâbîh) de, Enes bin Mâlik
diyor ki, (Resûlullah (s.a.v.) insanların en güzel huylusu idi. Beni bir gün, bir yere gönderdi. Vallahi gitmem dedim. Fakat, gidecektim. Emrini yapmak için dışarı çıktım. Çocuklar sokakta oynuyordu. Onların
yanından geçerken arkama baktım. Resûlullah (s.a.v.) arkamdan geliyordu. Mübârek yüzü gülüyordu.
“Yâ Enes! Dediğim yere gittin mi?” buyurdu. Evet gidiyorum yâ Resûlallah (s.a.v.) dedim).
Ebû Hüreyre (r.a.) diyor ki, (Bir gazada, kâfirlerin yok olması için duâ buyurmasını söyledik. (Ben,
la’net etmek için, insanların azâb çekmesi için gönderilmedim. Ben, herkese iyilik etmek için,
insanların huzura kavuşması için gönderildim” buyurdu.) Allahü teâlâ, Enbiyâ sûresinin yüzyedinci
âyetinde (Seni, âlemlere rahmet, iyilik için gönderdik) buyuruyor. Ebû Sa’îd-i Hudrî (r.a.) buyurdu ki,
(Resûlullah’ın (s.a.v.) hayası, bakire İslâm kızlarının hayalarından daha çoktu). Enes bin Mâlik (r.a.)
diyor ki, (Resûlullah (s.a.v.) bir kimse ile müsâfeha edince, o kimse elini çekmedikçe, mübârek elini ondan ayırmazdı. O kimse, yüzünü çevirmedikçe, mübârek yüzünü ondan çevirmezdi. Bir kimsenin yanında otururken iki diz üzerinde oturur, ona saygı olmak için mübârek bacağını dikip oturmazdı).
Câbir bin Sümre (r.a.) diyor ki, (Resûlullah (s.a.v.) az konuşurdu. Lüzumlu olduğu zaman veya
birşey sorulunca söylerdi). Bundan anlaşılıyor ki, her müslümanın (Mâlâya’nî), faydasız şey söylememesi, susması lâzımdır. Mübârek sözlerinde tertîl ve tersîl vardı. Yani, gayet açık ve metodlu konuşur ve
kolay anlaşılırdı.
Enes bin Mâlik (r.a.) buyuruyor ki, (Resûl “aleyhisselâm” hastayı ziyârete gider, cenâze arkasında
yürür, çağrılan yere giderdi. Eşeğe de binerdi. Resûl aleyhisselâmı Hayber gazasında gördüm. Yuları bir
ip olan eşek üzerinde idi. Resûl “aleyhisselâm” sabah namazından çıkınca, Medine çocukları ve işçileri
su dolu kablarını önüne getirirler. Mübârek parmağını içine sokmasını dilerlerdi. Kış ve soğuk su olsa
da, her birine mübârek parmağını sokar, gönüllerini yapardı). Yine Enes (r.a.) diyor ki, (Bir küçük kız,
Resûl aleyhisselâmın elini tutup bir iş için götürseydi, birlikte gider, müşkülünü hallederdi).
Câbir (r.a.) diyor ki, (Resûl aleyhisselâmdan birşey istenip de yok dediği işitilmedi).
Enes bin Mâlik buyuruyor ki, (Resûl “aleyhisselâm” ile birlikde gidiyordum. Üzerinde bürd-i Necrânî
vardı. Yani Yemen kumaşından bir palto vardı. Arkadan bir köylü gelip, yakasından öyle çekti ki, paltonun yakası mübârek boynunu çizdi, yeri kaldı. Resûl “aleyhisselâm”, onun bu hâline güldü. Ona birşey
verilmesi için emir buyurdu).
Resûl aleyhisselâmın komşusu bir ihtiyar kadın vardı. Kızını Resûl aleyhisselâma gönderdi. Namaz kılmak için örtünecek bir elbisem yok. Bana, namazda örtünecek bir elbise gönder diye yalvardı.
Resûl aleyhisselâmın o anda başka elbisesi yokdu. Mübârek arkasındaki antâriyi çıkarıp, o kadına gönderdi. Namaz vakti gelince, elbisesiz mescide gidemedi. Eshâb-ı kirâm, bu hâli işitince, Resûl
“aleyhisselâm” o kadar cömertlik yapıyor ki, gömleksiz kalıp, mescide cemaate gelemiyor. Biz de her
şeyimizi fakîrlere dağıtalım dediler. Allahü teâlâ, hemen İsrâ sûresinin yirmidokuzuncu âyetini gönderdi.
Önce habibine, hasislik etme, birşey vermemezlik yapma buyurup, sonra da, sıkıntıya düşecek ve namazı kaçırarak, üzülecek kadar da dağıtma! Sadakada ortalama davran buyurdu. O gün, namazdan
sonra, Hz. Ali (r.a.), Resûlullahın yanına gelip, (Yâ Resûlallah (s.a.v.)! Bugün, çoluk çocuğuma nafaka
yapmak için sekiz dirhem gümüş ödünç almıştım. Bunun yarısını size vereyim. Kendinize entari alınız)
dedi. Resûl “aleyhisselâm” çarşıya çıkıp, iki dirhem ile bir entari satın aldı. Geri kalan iki dirhem ile yiyecek almağa giderken gördü ki, bir a’mâ oturmuş Allah rızâsı için ve Cennet elbiselerine kavuşmak için,
bana kim bir gömlek verir diyordu. Almış olduğu entariyi bu a’mâya verdi. A’mâ, entariyi eline alınca,
misk gibi güzel koku duydu. Bunun, Resûl aleyhisselâmın mübârek elinden geldiğini anladı. Çünkü, Resûl aleyhisselâmın bir kere giydiği her şey, eskiyip dağılsa bile, parçaları da misk gibi güzel kokardı.
A’mâ duâ ederek, (Yâ Rabbi! Bu gömlek hürmetine, benim gözlerimi aç) dedi. İki gözü hemen açıldı.
Resûl aleyhisselâmın ayaklarına kapandı. Resûl aleyhisselâm oradan ayrıldı. Bir dirhem ile bir entari
satın aldı. Bir dirhem ile yiyecek satın almaya giderken, bir hizmetçi kızın ağladığını gördü. (Kızım, niçin
böyle ağlıyorsun) buyurdu. Bir yahudinin hizmetcisiyim. Bana bir dirhem verdi. Yarım dirhem ile bir şişe
ve yarım dirhem ile de yağ satın al dedi. Bunları alıp gidiyordum. Elimden düştü. Hem şişe, hem de yağ
gitti. Şimdi ne yapacağımı şaşırdım dedi. Resûl “aleyhisselâm”, son dirhemini kıza verdi. “Bununla şişe
ve yağ al, evine götür” buyurdu. Kızcağız, eve geç kaldığım için yahudinin beni döğeceğinden korkuyorum dedi. Resûl “aleyhisselâm”, “Korkma! Seninle birlikte gelir, sana “birşey yapmamasını söylerim” buyurdu. Eve gelip, kapıyı çaldılar. Yahudi kapıyı açıp, Resûlullahı (s.a.v.) görünce şaşırıp kaldı.
Yahudiye, olan biteni anlatıp, kıza birşey yapmaması için şefâat buyurdu. Yahudi, Resûlullahın ayakları-
na kapanıp, (Binlerce insanın baş tacı olan, binlerce arslanın, emrini yapmak için beklediği ey koca
Peygamber! Bir hizmetçi kız için, benim gibi bir miskînin kapısını şereflendirdin. Yâ Resûlallah! Bu kızı
senin şerefine âzâd ettim. Bana imânı, İslâmı öğret. Huzurunda müslüman olayım) dedi. Resûl – 37 –
“aleyhisselâm”, ona müslümanlığı öğretti. Müslüman oldu. Evine girdi. Çoluğuna çocuğuna anlattı. Hepsi
müslüman oldu. Bunlar, hep Resûlullahın (s.a.v.) güzel huylarının bereketi ile oldu.
Resûl aleyhisselâmın güzel huyları pek çoktur. Her müslümanın bunları öğrenmesi ve bunlar gibi
ahlâklanması lâzımdır. Böylece, dünyâda ve ahirette felaketlerden, sıkıntılardan kurtulmak ve o iki cihan
efendisinin şefâatine kavuşmak nasîb olur.
Resûlullah efendimiz (s.a.v.) şu duâyı çok okurdu: (Allahümme innî es’elükessıhhate vel-
âfiyete vel-emânete ve hüsnel-hulkı verrıdâe bilkaderi birahmetike yâ erhamerrâhimîn). Bunun
manâsı (Yâ Rabbî! Senden, sıhhat, afiyet ve emânete hıyânet etmemek ve güzel ahlâk ve kaderden
râzı olmak istiyorum. Ey merhamet sahiplerinin en merhametlisi! Merhametin hakkı için, bunları bana
ver!) demektir. Biz zavallılar da, ulu ve şanlı Peygamberimiz gibi duâ etmeliyiz!


PEYGAMBER EFENDİMİZ S.A.V. MEKKE DÖNEMİ






PEYGAMBER EFENDİMİZ S.A.V. MEKKE DÖNEMİ

Muhammed aleyhisselâm vahyin bir müddet kesilmesinden sonra yine Hira Dağına çıkmıştı. Dağ-
dan aşağı inerken bir ses duydu. Başını kaldırıp baktığında Cebrâil aleyhisselâmı gördü. Mübârek kalbi
çarparak ve ürpererek evine dönüp “Beni örtünüz” dedi ve örtündü. Bu sırada Cebrâil aleyhisselâm
Müddessir sûresinin “Ey, (elbisesine) bürünen Peygamber! Kalk da (kavmini Allahın âzâbı ile) korkut, (Îmân etmezlerse âzâba uğrayacaklarını kendilerine haber ver). Rabbini tenzih et. Elbiseni de
(daima) temiz tut. Âzâba sebep olan şeyleri terk etmekte sebat et.” meâlindeki ilk âyetlerini getirdi.
Bundan sonra artık Vahiy aralıksız devam etti. Kur’ân-ı kerîm âyetleri, 22 sene 2 ay 22 gün süren bir
müddet içerisinde vahyedilip tamamlandı.
Muhammed aleyhisselâm “Ümmi” idi. Yani kitap okumamış, yazı yazmamış, kimseden bir ders
görmemişti. Mekke’de doğup büyüyüp, belli kimseler arasında yetişip, seyahat etmemiş iken, Tevrat’ta
ve İncil’de, Yunan ve Roma devirlerinde yazılmış kitaplarda bulunan bilgilerden, hadîselerden haber
verdi. İslâmiyeti bildirmek için, hicretin altıncı senesinde Rum, İran ve Habeş hükümdarlarına ve diğer
Arap padişahlarına mektûblar gönderdi. Hizmetine altmıştan ziyade yabancı elçi gelmiştir. Bu hususu
Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde şöyle bildiriyor: “Sen bu kitap gelmeden önce, bir kitap okumazdın.
Yazı yazmadın. Okur yazar olsaydın, başkalarından öğrendin diyebilirlerdi.” buyurulmaktadır
(Ankebut-48). Hadîs-i şerîfde de: “Ben Ümmî Peygamber Muhammedim… Benden sonra peygamber yoktur.” buyuruldu. Yine Kur’ân-ı kerîmde şöyle buyurulmaktadır.
“O hevadan (kendi nefsinden) söylemiyor. Kur’ân sâde bir vahiydir, ancak vahiy olunur.”
(Necm-3-4)
Muhammed aleyhisselâma ilk vahyin gelip, bir müddet kesilmesi ve sonra “Kalk insanları inzar
(irşad) et. Azâb ile korkut” şeklinde emri ilâhinin gelmesi üzerine insanları îmân etmeye davete başladı. İlk îmân eden Hz. Hatice oldu. Cebrâil aleyhisselâm ilk vahyi getirdiği sıralarda Peygamberimize
abdestin nasıl alınacağını öğretti. Bundan sonra da onunla birlikte iki rekât namaz kıldı. Muhammed
aleyhisselâm Cebrâil aleyhisselâmdan öğrendiği gibi abdest almayı ve kıldıkları iki rekât namazı Hz.
Hatice’ye de öğretti. Ona imam olup bu iki rekât namazı kıldırdı. Bu sırada henüz beş vakit namaz emredilmemişti. Sadece sabah ve ikindide iki vakit namaz kılınıyordu. Onları bu şekilde namaz kılarken
gören Hz. Ali de müslüman oldu. Peygamberimiz (s.a.v.) insanları İslâm’a davet işine başladığında gayet ihtiyatlı davranıp önce yakınlarını ve samimi dostlarını davet etti. Hz. Hatice’den ve Hz. Ali’den sonra
azatlı kölesi Zeyd bin Hârise, eski dostu ve yakın arkadaşı Hz. Ebû Bekir, Hz. Osman, Abdurrahman bin
Avf, Sa’d bin Ebî Vakkas, Zübeyr bin Avvam, Talha bin Ubeydullah ilk müslüman olanlardır. Hz. Hatice’den sonra müsIüman olan bu sekiz kişiye “Sâbıkûn-i İslâm”, yani “İlk Müslümanlar” denir.
Muhammed aleyhisselâm, Peygamberliğinin ilk üç yılında insanları gizlice İslâm’a davet etti. İnsanlar birer ikişer müsIüman oluyordu. Bu ilk yıllarda müslümanların sayısı ancak otuza ulaşmıştı. İbadetlerini evlerinde yapıyorlar ve Kur’ân-ı kerîmin nazil olan âyetlerini gizlice okuyorlardı.
Bi’setin dördüncü yılında Hicr sûresi 94. âyeti nazil olunup, bu âyette: “Sana emr olunan şeyi a-
çıkla, baş ağrıtırcasına anlat, müşriklere aldırma.” meâlindeki ilâhi emir gelince, Muhammed
aleyhisselâm Mekkelileri açıktan açığa İslâm’a davet etmeye başladı. Vahy olunan âyetleri açıkça okuyor ve herkese, hak din olan İslâm’ı kabul etmelerini söylüyordu. İlk sıralarda îmân edenler az oldu.
îmân etmeyenler de önce ondan alâkalarını kesmediler. Allahü teâlâya ibâdet edilmesini emreden âyetler gelince bunları işiten Kureyş kavmi, Muhammed aleyhisselâmın doğru sözlü ve yüksek ahlâk sahibi
olduğunu bildikleri halde, ondan yüz çevirdiler ve düşman kesildiler.
Bir müddet sonra da: “Yakın akrabanı Allahın azâbı ile korkutarak, onları hak dine çağır.” â-
yet-i kerîmesi nazil olunca, Muhammed aleyhisselâm akrabasını dine davet etmek üzere Hz. Ali’yi göndererek, onları Ebû Tâlib’in evine çağırdı. Önlerine bir kişiye yetecek kadar bir tabak yemek ve bir tas
süt koydu. Önce kendisi besmele ile başlayıp gelen akrabasına buyurun dedi. Gelenler kırk kişi kadar
olmasına rağmen o yemek ve süt Muhammed aleyhisselâmın mu’cizesi ile hepsini doyurdu ve hiç eksilmedi. Gelenler bu mu’cize karşısında şaşıp kalmışlardı. Yemekten sonra Muhammed aleyhisselâm, – 16 –
akrabalarını İslâm’a davet etmek için söze başlamak üzere idi. Amcası Ebû Leheb düşmanlık ederek,
(Biz bugünkü gibi bir sihir görmedik. Arkadaşınız sizi bir sihirle büyüledi) diyerek sözlerine hakaretle devam etmesi üzerine davetliler dağıldılar. Bu hadîseden kısa bir müddet sonra akrabasını tekrar davet
etti. Hz. Ali yine hepsini çağırmıştı. Önceki gibi yine önlerine yemek kondu. Muhammed aleyhisselâm
yemekten sonra ayağa kalkıp: (Hamd, yalnız Allaha mahsustur. Yardımı ancak ondan isterim. Ona
inanır, Ona dayanırım. Şüphesiz bilir ve bildiririm ki Allahdan başka ilâh yoktur. O birdir, Onun
eşi ve ortağı yoktur.” dedikten sonra sözlerine şöyle devam etti. “Size asla yalan söylemiyorum ve
doğruyu bildiriyorum… Sizi bir olan ve ondan başka ilâh olmayan Allaha îmân etmeye davet ediyorum. Ben Onun size ve bütün insanlığa gönderdiği Peygamberiyim. Vallahi siz, uykuya daldı-
ğınız gibi, öleceksiniz. Uykudan uyandığınız gibi de diriltileceksiniz ve bütün yaptıklarınızdan
hesaba çekileceksiniz, iyiliklerinizin karşılığında mükâfat, kötülüklerinizin karşılığında da ceza
göreceksiniz. Bunlar da ya Cennette ebedi kalmak veya Cehennemde ebedi kalmaktır. İnsanlardan, âhiret azâbı ile ilk korkuttuğum kimseler sizlersiniz” dedi. Ebû Tâlib bu sözleri dinledikten sonra, (Sen emr olunduğun şeye devam et! Seni korumaktan geri durmayacağım. Fakat eski dinimden ayrılmak hususunda nefsimi bana boyun eğer bulmadım.) dedi. Ebû Leheb hariç orada bulunan diğer amcaları ve akrabasının hepsi yumuşak konuştular. Fakat Ebû Leheb, (Ey Abdulmuttaliboğulları, başkaları
onun elini tutup mani olmadan önce siz ona mani olun!..) gibi daha birçok çirkin sözler söyledi. Onun bu
sözleri üzerine Muhammed aleyhisselâmın halası, Ebû Leheb’e (Ey kardeşim! Kardeşimin oğlunu ve
Onun dinini yardımsız bırakmak sana yakışır mı? Vallahi bugün yaşayan âlimler, Abdulmuttalibin soyundan bir peygamberin geleceğini bildiriyorlar. İşte O peygamber, budur!) dedi. Ebû Leheb, bu sözler
karşısında çirkin konuşmalarına devam edince, Ebû Tâlib, Ebû Leheb’e kızarak (Ey korkak! Vallahi biz
sağ oldukça, ona yardımcı ve koruyucuyuz!) dedi. Muhammed aleyhisselâma da: (Ey kardeşimin oğlu!
İnsanları Rabbine imâna davet etmek istediğin zamanı bilelim; silâhlanıp seninle birlikte ortaya çıkarız!)
dedi. Sonra Muhammed aleyhisselâm tekrar söze başlayıp “Ey Abdulmuttaliboğulları! Vallahi, Araplar içinde, benim size getirdiğim, dünyâ ve ahiretiniz için hayırlı olan şeyden (yani bu dinden)
daha üstününü ve daha hayırlısını kavmine getirmiş bir kimse yoktur. Ben sizi dile kolay gelen,
mîzânda ağır basan iki kelimeyi söylemeye davet ediyorum ki o da: “Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve
eşhedü enne Muhammeden abdühû ve Resûlühû” yani Allahdan başka ilah olmadığına ve
Muhammedin Onun kulu ve resûlü olduğuna şehâdet ederim demenizdir.” “Allahü teâlâ sizi buna
davet etmemi emretti. O halde hanginiz benim bu davetimi kabul eder ve bu yolda yardımcım
olur? “dedi. Kimseden ses çıkmadı, başlarını önlerine eğdiler. Muhammed aleyhisselâm bu sözlerini üç defa tekrarladı. Her söyleyişinde Hz. Ali ayağa kalkıp üçüncü defasında “Yâ Resûlallah,
her ne kadar bunların yaşça en küçüğü isem de sana ben yardımcı olurum!..” dedi. Bunun üzerine
Muhammed aleyhisselâm Hz. Ali’nin elinden tuttu. Diğerleri ise hayret içinde ve alaylı alaylı gülerek da-
ğıldılar.
Muhammed aleyhisselâm insanların bu inkârcı tutumu karşısında onları daima imâna davet ediyordu. Mekkelilerden bir kısmı îmân ile şerefleniyordu. Yine bir gün Allahü teâlânın “Emredildiğin şeyi,
onları çatlatırcasına bildir.” emrine uyarak, Safa tepesi üzerine çıktı. Yüksek ve gür bir seda ile: “Ey
Kureyş topluluğu buraya geliniz, toplanınız size mühim bir haberim var” diye seslendi. Bunun üzerine kabileler merakla koşup orada toplandılar. Hayretle ve merak içinde beklemeye başladılar. (Ey Muhammed-ül-emîn! Bizi buraya niçin topladın, neyi haber vereceksin?) diye sordular. Muhammed
aleyhisselâm “Ey Kureyş kabileleri” hitabıyla konuşmaya başladı. Herkes büyük bir dikkatle dinliyordu.
Onlara şöyle hitâb etti:. (Benimle sizin haliniz düşmanı görünce, ailesine haber vermek üzere ko-
şan ve düşmanın kendisinden önce ailesine ulaşıp zarar vermesinden korkarak Yâ Sabâhâh (Ey
topluluklar) diye haykıran bir kimsenin haline benzer. Ey Kureyş topluluğu, ben size şu dağın ardında bir düşman ordusu var, üzerinize hücum etmek üzeredir desem bana inanır mısınız?” dedi.
(Evet inanırız, çünkü sende şimdiye kadar doğruluktan başka birşey görmedik. Senin yalan söylediğini
hiç işitmedik!…) dediler.
Muhammed aleyhisselâm bu umumi hitâbtan sonra, bütün Kureyş kabilelerinin ismini “Ey
Hâşimoğulları! Ey Abd-i Menafoğulları! Ey Abdulmuttaliboğulları!..” şeklinde sayarak: “Ben size
önümüzdeki şiddetli azabın bildiricisiyim. Allahü teâlâ bana: “En yakın akrabalarını âhıret azâbı
ile korkut” emrini verdi. Sizi Lâ ilâhe illallah vahdehû lâ şerike leh (Allah birdir, Ondan başka ilâh yoktur) diyerek îmân etmeye davet ediyorum. Ben de onun kulu ve Resûlüyüm. Eğer buna îmân ederseniz Cennete gideceksiniz. Siz (Lâ ilâhe illallah) demedikçe ben size ne dünyâda bir faide ne
de ahirette bir nasîb sağlayabilirim?” dedi. Dinleyen kabileler arasından Ebû Leheb (Bizi buraya bunun için mi topladın?) diyerek, yerden aldığı taşı Muhammed aleyhisselâma attı. Diğerlerinden o anda
böyle bir muhalefet gelmedi. Aralarında konuşarak dağıldılar. Ebû Leheb’in gösterdiği inkâr ve düşmanlık üzerine daha sonra “Ebû Leheb’in elleri kurusun, Zaten kurudu…” diye başlayan “Tebbet” sûresi
nâzil oldu. – 17 –
Muhammed aleyhisselâm bütün insanlara ve cinne peygamber olarak gönderilip, insanları açıkça
İslâm’a davet etmesi emredildiği zaman, bütün insanlık âlemi dinî, ruhî, ictimaî ve siyâsî bakımlardan
yaygın bir karanlık, tam bir cahiliyyet, taşkınlık, azgınlık ve sapıklık içerisinde bulunmakta idi. O zaman
dünyâ üzerinde göze çarpan belli başlı devletlerden Bizans, İran, Mısır, Hindistan, İskenderiye, Mezopotamya, Çin ve benzerlerinde yaşayan insanlar inançsızlık veya bâtıl inançlar içinde çırpınıyordu. Bunlar
ne yaptıklarını bilmeyen azgınlar haline gelmişti. Âlem öylesine kararmış ve zulmet öyle kesifleşmişti ki,
insanlar her şeyin yaratıcısı olan Allaha îmân ve ibadet etmek yerine kâinatta cereyan eden hadîselere
ve Allahü teâlânın yarattığı eşyaya tapıyorlardı. Yıldızlara, ateşe, elleriyle yonttukları taştan ve tahtadan
putlara zavallı insanlık “İlâh” diye secde ediyordu… İnsanları sınıflara ayırmışlar, kuvvetliler zayıfları korkunç bir tahakkümle eziyordu.
Dünya üzerinde siyâsî, coğrafî ve ticârî bakımdan mühim bir yer tutan Arabistan’da da durum di-
ğer yerlerden farksızdı. O zaman Arabistan’da insanlar inanç bakımından bazı değişiklikler gösteriyordu.
Bir kısmı tamamen inançsız ve dünyâ hayatından başka birşey kabul etmiyordu. Bir kısmı ise Allaha ve
âhıret gününe inanıyor, fakat insandan bir peygamberin geleceğini kabul etmiyordu. Bir kısmı da Allaha
inanıyor âhirete inanmıyordu. Diğer büyük bir kısmı da Allaha şirk koşup putlara tapıyordu. Müşriklerin
her birinin evinde bir put bulunurdu. Kâ’be’ye de 360 put konulmuştu. Bütün bunlardan başka Hz. İbrâ-
hîm’in bildirdiği din üzere olan ve “Hanifler” denilen, kimseler de vardı. Bunlar Allahü teâlâya inanır ve
putlardan uzak dururlardı.
Cahiliyye devri denilen bu zamanda Arabistan’da insanlar genellikle göçebe hayatı yaşıyorlardı ve
kabilelere bölünmüşlerdi. Devamlı çekişme halinde bulunan bu kabileler, baskın ve yağmacılığı adeta
kendileri için bir geçim vasıtası kabul etmişlerdi. Aralarında zulmün ve yağmacılığın yaygınlaştığı kabilelerden meydana gelen Arabistan’da siyâsi bir nizam, içtimai bir düzen de yoktu. Yine bu sırada dünyânın
diğer yerlerinde olduğu gibi Arabistan’da da ahlâksızlık son haddine ulaşmıştı, içki, kumar, zina, hırsızlık, zulüm, yalan ve ahlâksızlık namına ne varsa alabildiğine yaygınlaşmıştı. Zulme, güçlünün güçsüze
karşı kullandığı en amansız ve tüyleri ürpertici bir vasıta olarak başvuruluyor, kadın elde basit bir mal
gibi alınıp satılıyordu. Bir kısmı da kız çocuklarının doğmasını bir felâket ve yüz karası sayıyorlardı. Bu
korkunç telâkki o dereceye çıkmıştı ki, küçük kız çocuklarını, kumlar üzerinde açtıkları çukurlara diri diri
yatırıp (Babacığım! Babacığım!) diyerek boyunlarına sarılmalarına ve acı acı feryat etmelerine hiç kulak
asmadan üzerlerini toprakla kapatarak ölüme terk ediyorlardı. Bu hareketlerinden dolayı da en ufak bir
vicdan azâbı duymuyorlardı. Netice itibariyle o zamanın insanları arasında şefkat, merhamet, iyilik ve
adalet gibi güzel hasletler yok olmuş gibiydi.
Korkunç bir cahiliyye devri yaşayan Araplar arasında dikkate değer bir husus vardı. O da; edebiyatın, belâgatın ve fesahatin çok yaygınlaşarak zirveye ulaşmış olmasıydı. Şaire ve şiire çok önem verirler,
bunu büyük bir iftihar vesîlesi sayarlardı. Güçlü bir şair hem kendisi hem de kabilesi için itibar sağlardı.
Muayyen zamanlarda panayırlar kurulur. Şiir ve hitâbet yarışmaları açılırdı. Birinci gelenlerin şiirleri veya
hitâbeleri Kâ’be duvarına asılırdı. Cahiliyye devrindeki Kâ’be duvarına asılan en meşhûr şiirlere
“Muallakat-ı Seb’a (yedi askı)” denilmiştir. Kur’ân-ı kerîm âyetleri nazil olmaya başlayınca ondaki eşsiz
belâgatı gören nice kimseler de bu sebeple müslüman oldu.
Muhammed aleyhisselâm insanlara ebedî se’âdeti bildirmek, onları dalâletten hidâyete kavuşturmak üzere peygamber olarak gönderildiği sırada cahiliyye devri yaşayan Mekke’liler, kendilerinin îmân
etmeye davet edilmesi üzerine ilk önce çoğu lakayt (ilgisiz), kayıtsız davrandı. Sonra açıkça düşmanlık
göstermeye başladılar. Müşriklerin bu düşmanlıkları önce alay etme tarzında olup, sonra hakaret şekline, daha sonra işkence safhasına girdi. Bunlardan sonra da ticârî ve diğer bütün münasebetleri kesme
ve şiddet gösterme devresi başladı.
Müşriklerden bilhassa beş kişi, sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmı çok üzmekte ve
alay etmekte idiler. Bunlar arasında, Âs bin Vâil, Esved bin Muttalib, Esved bin Abdi Yagves ve Velîd bin
Mugîre vardı. Bir defasında Peygamberimiz (s.a.v.) Kâ’benin yanında oturmakta iken, Cebrâil
aleyhisselâm da gelmişti. Müşriklerden bu beş kişi önlerinden geçerken Cebrâil aleyhisselâm, Âs bin
Vâilin ayağının tabanına, Esved bin Muttalib’in gözüne, Esved bin Yagvesin başına, Velîdin inciğine,
Hâris’in karnına birer işaret koydu ve (Yâ Muhammed! Allahü teâlâ bunların şerrinden seni halâs eyledi.
Yakında bunların her biri bir belâya mübtelâ olarak helâk olacaklardır.) dedi. Bu beş müşrikten Âs bin
Vâil bir gün merkebe binmişti, Mekke’nin dışında bir yerde merkebinden inince ayağına diken battı. Dikenin battığı yer şişti, ne kadar ilâç yaptılarsa da çare bulamadılar. Nihayet ayağı deve boynu gibi şişip
(Muhammed’in Allah’ı beni öldürdü) diye feryat ede ede öldü. Esved bin Muttalib Mekke’nin dışında bir
ağaç altında otururken birdenbire gözleri kör oldu. Cebrâil aleyhisselâm da başını tutup altına oturduğu
ağaca çarparak helâk etti. Esved bin Abdi Yagves de Mekke’den çıkıp Bad-ı semûm denilen yere gitmiş-
ti. Burada iken yüzü ve gövdesi simsiyah oldu. Evine gelip kapısını çalınca evindekiler onu tanıyamadı-
lar ve içeri almadılar. Kahrından başını evinin kapısına vura vura öldü. Hâris bin Kays da tuzlu balık yemişti. Öyle bir hararete tutuldu ki ne kadar su içtiyse kanmadı. Su içe içe çatlayıp öldü. Velîd bin – 18 –
Mugîre’nin ise baldırına bir okçu dükkânı önünde demir parçası battı. Baldırı yara olup, çok kan kaybetti
ve (Muhammedin Allah’ı beni öldürdü) diye feryat ederek öldü.
Müşriklerin zulüm ve baskıyı arttırması üzerine Muhammed aleyhisselâm Eshâb-ı kirâmdan Erkam
bin Ebul Erkamın evini emniyetli bir yer olarak seçti. Dar bir sokak içinde, Safa tepesinin doğusunda
bulunan bu ev giriş çıkış için ve gelip gidenleri kontrol etmeye elverişli bir yerdi. Peygamberimiz (s.a.v.)
İslâmiyeti burada anlatıyor ve müslümanlar oraya toplanıyordu. Bir çok Mekkeli bu evde müslüman oldular. Bir merkez olarak seçilen bu eve (Dâr’ül İslâm) adı verilmişti.
İnsanları ebedî se’âdete kavuşturmak için ve rahmet olarak gönderilen Muhammed aleyhisselâm,
Mekke’de cahiliyye devri yaşamakta olan insanları açıkça İslâm’a çağırdı. Hakiki kurtuluşun Allahü
teâlâya îmân etmekte olduğunu, nefse uymaktan, zulümden haksızlıktan ve bütün çirkin işlerden uzaklaşmakla olacağını bildirince, nefislerinin isteklerine, şehvetlerine uyanlar, zayıfları ezenler ve iyice azgınlaşmış olanlar karşı çıktılar. Bütün bu bozuk, işlerine son verileceğini görerek Muhammed
aleyhisselâmın bildirdiklerini inkâr ettiler ve ona düşman kesildiler. Bir kısmı da kendileri gibi aciz ve fâni
insanların ayıplamalarından sakınarak îmân etmediler. Nefislerine, şeytana ve kendileri gibi sapık insanlara aldanarak se’âdetten mahrum kaldılar.
Muhammed aleyhisselâmın bildirdiklerine îmân etmeyen ve ona düşmanlık gösteren müşrikler,
önce alay etmeye başladılar. Bir araya toplanıp Ona kâhin, mecnun, şair, deli, sihirbaz diyelim şeklinde
karar almak istediler. Bunların hiç birinin Muhammed aleyhisselâmda bulunmadığını yine kendileri itiraf
ediyorlar ve Ona bir şeyler söylemek için toplandıklarında müşriklerden Velîd bin Mugîre şöyle diyordu:
(Hayır o kâhin değildir. Biz, kâhinleri gördük. Onun okuduğu ne kâhin fısıltısıdır, ne de uydurma şeylerdir. Kâhinler doğru da, yalan da söyler. Biz Muhammed’de hiç bir yalan görmedik. O mecnun, deli de
değildir. Deliliğin ne olduğunu biliriz, onda böyle bir hal yoktur. O şair de değildir. Biz şiirin her çeşidini iyi
biliriz. Onun okudukları bunlardan hiçbirine benzemez. O, sihirbaz da değil! Biz sihirbazları gördük. Onun okudukları sihirbazların okuyup üfürmelerine ve düğümleyip bağlamalarına hiç benzemiyor). Fakat
bütün bunlara rağmen müşriklerin ileri gelenleri çeşitli hilelerle ve zulümle insanların îmân etmesine mani oluyorlardı. Mekke halkını, Muhammed aleyhisselâmın okuduğu âyet-i kerîmeleri dinlemekten men
ederlerdi. Kendileri ise geceleri gizlice Muhammed aleyhisselâmın bulunduğu evin yanına gelerek bir
köşeye saklanıp dinlerlerdi. Sabah olup ortalık aydınlanmaya başlayınca, birbirinden habersiz olarak
gece Kur’ân-ı kerîmi dinlemeye geldiklerini gören müşriklerin ileri gelenleri birbirlerini ayıplarlar, bir daha
böyle yapmayalım derlerdi. Ancak ertesi gece gene birbirinden habersiz gidip bir köşeye saklanarak
yine dinlerlerdi. Sabah olunca da birbirlerini görüp şaşırırlardı. Bir daha böyle yapmamak üzere yemin
ederek ayrılırlar, fakat bundan kendilerini alıkoyamazlardı. Ancak nefislerine uyup, üstünlük taslayarak
ve diğer müşriklerin kendilerini ayıplamalarından çekinerek ve daha bir çok boş düşüncelere kapılarak
îmân etmediler. Üstelik başkalarına da mani oldular. Sokaklarda, Muhammed sihirbaz diye bağırdılar.
İslâm nurunun günden güne yayılması üzerine iyice azgınlaşan müşrikler, artık alay etmekten de
öteye, müslümanlara işkence yapmaya başladılar. Muhammed aleyhisselâmın kapısının önüne pislik
dökmeye, kapısına kan sürmeye, geçeceği yollara diken dökmeye başladılar. Mekke’ye dışardan gelenlere İslâm’ı anlatırken, peşinde dolaşıp yalan söylüyor, inanmayın diyerek taşkınlık gösterirlerdi. İlk
müslüman olanlardan önce zayıf ve kimsesiz olanlara, sonra da hepsine ağır işkenceler yapmaya baş-
ladılar. Bütün bunlarla da insanların îmân etmelerine engel olamadıklarını bilakis İslâm’ın günden güne
yayıldığını gören müşrikler her yola başvurdular. Menfaatleri sebebiyle putlara tapan ve İslâmiyetin, zulümlerine, haksızlık ve ahlâksızlıklarına kesinlikle son vereceğini gören, müşrikler, buna mani olmak için
ilk defa başvurdukları şeylerin neticesiz kaldığını gördüler. İleri gelenleri toplanıp Peygamberimizin
(s.a.v.) amcası Ebû Tâlib’e giderek (Ey Ebû Tâlib! Biz senden kardeşinin oğlunu susturmanı, ona engel
olmanı istiyoruz. Ya onu bildirdiği şeylerden vazgeçirirsin veya iki taraftan birisi yok oluncaya kadar onunla da seninle de çarpışırız… Bundan vazgeçsin ne isterse vereceğiz…) dediler. Ebû Tâlib, müşriklerin söylediklerini Muhammed aleyhisselâma nakletti, Bunun üzerine Muhammed aleyhisselâm “Ey amca! Şunu bil ki, Güneşi sağ elime, Ay’ı da sol elime verseler (her ne vaad ederlerse etsinler) ben
asla bu dinden ve onu insanlara tebliğ etmekten, bildirmekten vazgeçmem. Ya Allahü teâlâ bu
dîni bütün cihana yayar, vazifem biter veya bu yolda canımı fedâ ederim.” dedi. Bu sözleri dinleyen
Ebû Tâlib, Peygamberimiz (s.a.v.)’in boynuna sarılarak (işine devam et, istediğini yap! Vallahi, seni asla
herhangi bir şeyden dolayı kimseye teslim etmeyeceğim…) dedi. Ebû Tâlib’in yeğenini her şeye rağmen
koruyacağını ve asla yalnız bırakmayacağını anlayan müşrikler, bundan da bir netice alamadıklarını
görerek bizzat Muhammed aleyhisselâmı çağırıp şöyle dediler. (Eğer sen mal toplamak istiyorsan sana
istediğin kadar verelim. Hükümdar olmak istiyorsan seni kendimize hükümdar yapalım. Daha her ne
istiyorsan yapalım, verelim. Yeter ki bu davandan vazgeç) dediler. Peygamberimiz (s.a.v.) müşriklere
şöyle cevap verdi: “Sizin söylediğiniz, şeylerin hiç birisi bende yoktur. Ben, size mallarınızı istemek, içinizde şeref ve şan kazanmak, üzerinize hükümdar olmak için gelmedim. Fakat Allah, beni, size Peygamber olarak gönderdi. Bana bir kitap da indirdi, îmân ederseniz Cennetle müjdele– 19 –
yici, isyanınızdan dolayı da azâbla korkutucu olmamı Allah bana emretti. Ben de Rabbimin bana
vahy ettiklerini size tebliğ ettim. Size tebliğ ettim. Size öğüt de verdim. Size getirip tebliğ ettiğim
şeyi alır kabul ederseniz o, dünyâda ve ahirette nasîbiniz ve se’âdetiniz olur. Onu reddederseniz
Yüce Allah aramızda hükmü verinceye kadar tebliğ etmek, sabretmek ve buna katlanmak benim
vazifemdir.” İnkârlarında ısrar eden müşrikler bu teşebbüslerinden de netice alamayınca işi zulüm ve
işkence safhasına döktüler. Muhammed aleyhisselâma kastetmeye karar verdiler. Başları Ebû Cehil
şöyle demişti: “Yarın kaldırabileceğim kadar kocaman bir taşı alıp, O secdeye kapandığı zaman başının
üzerine bırakacağım.” Diğer müşrikler de “Sen istediğini yap, seni destekleyeceğiz” demişlerdi. Ertesi
günü beklediler ve Muhammed aleyhisselâm Kâ’beye gelerek namaza durup secdeye kapandığı sırada
Ebû Cehil kocaman bir taşı alıp yanına yaklaştı. Daha yaklaşır yaklaşmaz, büyük bir korkuyla perişan bir
halde geri kaçtı. Elleri taşı tutamaz oldu ve taş elinden yere düştü. Bu hali gören ve merakla seyreden
müşrikler ne oldu sana dediklerinde Ebû Cehil: Bir benzerini görmediğim zapt edilmez bir arslan beni
parçalamak üzere üstüme yürüdü, dedi. Ebû Cehil birkaç kere böyle yapmak istemişse de aynı durumla
karşılaşmıştır. Bu ve buna benzer mu’cizeleri görenlerden bir kısmı îmân ediyor, bir kısmı ise düşmanlıkta ısrar ediyorlardı. Bundan başka müşriklerin Muhammed aleyhisselâma saldırdıkları ve bazan da mü-
bârek yüzünü, başını yaraladıkları oluyordu. Diğer taraftan müslüman olanlara yaptıkları işkenceler gö-
rülmemiş bir vahşet halini almıştı. Yapılan işkencelere dayanamayarak şehîd olan ilk müslüman Yasîr
(r.a.) ve Ebû Cehil tarafından karnına mızrak saplanarak şehîd edilen, Yasîr (r.a.)’ın hanımı Sümeyye
hatundur.
HABEŞİSTAN’A HİCRET
Peygamberimiz (s.a.v.) ilk müslümanların ağır işkencelere ve zulüm altında zor duruma düşmeleri
üzerine “Siz Habeş ülkesine gidiniz, Allah sizi orada ferahlığa kavuşturur ve sizi yine toplar..” buyurdu.
Bi’setin beşinci yılında Eshâb-ı kirâmdan 10’u erkek, 5’i kadın olmak üzere 15 kişilik bir kafile Mekke’den
ayrılarak Habeşistan’a hicret ettiler. Müşrikler bu hicrete de mani olmak için harekete geçtiler. Fakat hicret edenler süratle uzaklaştıkları için engelleyemediler. Bi’setin altıncı yılında Hz. Hamza’nın, sonra da
Hz. Ömer’in müslüman olması üzerine müslümanların durumu kuvvetleniyor ve İslâmiyet günden güne
yayılıyordu.
Habeşistan’a hicret eden ilk kafilenin hükümdar Necâşî tarafından iyi karşılanması üzerine, Peygamberimiz müşriklerin baskı ve işkencelerine maruz kalan müslümanlardan ikinci bir kafileyi de Bi’setin
yedinci yılında Habeşistan’a gönderdi. 80’i erkek, 10’u kadından meydana gelen bu kafile de Habeşistan’a hicret etti. Müşrikler bu hicrete hiç tahammül edemedi. Hicret eden müslümanların peşinden adamlarını gönderdiler. Müşriklerin gönderdikleri kişiler Habeş hükümdarı Necaşî’nin yanına varıp Müslümanları kendilerine teslim etmesini istediler. Necâşî sebebini sorunca yalan söylediler. Bunun üzerine
Necâşî müslümanları çağırdı. Onlara sebebini sordu. Cafer bin Ebû Tâlib şöyle cevap verdi.
“Ey hükümdar! Biz cahil bir millettik. Putlara tapardık. Akrabamızla münasebeti keser, komşuları-
mıza kötülük yapardık. Kuvvetli olanlarımız, zayıf olanlarımızı ezerdi. Her türlü kötülüğü işlerdik…
Allahü teâlâ bize, aramızdan en üstün ve en emin ve en şerefli olan Muhammed aleyhisselâmı
peygamber olarak gönderdi. O peygamber Allahü teâlâya imân etmeye ve ona ibadete çağırıyor. Şimdiye kadar taptığımız putları, taşları terk etmemizi söylüyor. Doğru sözlü olmayı, emanetleri yerine getirmeyi, akrabalık haklarını gözetmeyi, komşularla iyi geçinmeyi, kan dökmekten ve günahlardan sakınmayı emretti. Biz de Onu tasdîk ettik. Ona imân ettik. Tebliğ ettiği şeylere tâbi olduk.
İşte bu yüzden kavmimiz bize düşman kesildi. Bizi Allahü teâlâya ibadet etmekten vazgeçirmeye
kalkıştılar. Bunun için bize her çeşit işkenceyi yaparak zulmettiler, Biz de yurdumuzu bırakarak, senin
himayene geldik. Yardımını ummaktayız…”
Habeş hükümdarı Necâşî bunları dinledikten sonra kendini tutamayıp, “Vallahi bu aynı kandilden
fışkıran bir nurdur ki, Hz. Mûsâ da, Hz. Îsâ da bunu bildirmiştir…” dedi. Sonra müşriklerin elçilerine dö-
nüp, hadi çekip gidiniz, ben onları size asla teslim etmem… dedi. Necâşî Müslümanlara çok yardım etti.
Sonra kendisi de müslüman oldu. Habeşistan’a hicret eden müslümanlar orada yedi yıl kaldılar. Daha
sonra Peygamber efendimiz (s.a.v.) Medine’ye hicret edince onlar da Medine’ye geldiler.
Bu arada İslâmiyetin yayılmasına mani olmak için her yola başvuran müşrikler, Peygamberimize
(s.a.v.) çeşitli şeyler soruyorlar, nâzil olan âyetler okundukça aldıkları cevaplar ve gördükleri mu’cizeler
karşısında şaşırıyorlardı. Günden güne müslümanların sayısı arttıkça bunu engellemek için çeşitli yollar
deneyen müşrikler, bu defasında müslümanları muhasara altına almaya, başta ticârî ve diğer münasebetleri tamamen kesmek üzere karar aldılar. Müslümanlara hiçbir şey satmamaya ve onlardan hiçbir şey
satın almamaya yemin ettiler. Bu anlaşmalarını bir kâğıda da yazarak Kâ’be içine astılar. Müslümanlar
ise Şı’b-i Ebî Talib (Ebû Tâlib mahallesi) denilen yerde toplanmışlardı. Müşrikler bu mahalleye yiyecek,
içecek hiç bir şey sokmuyorlardı. Oradan bir şey satın almak üzere çıkmak isteyene ve oraya yiyecek – 20 –
içecek satmak için gitmek isteyen hiçbir satıcıya fırsat vermiyorlardı. Bu mahallede muhasara altına alı-
nan müslümanlar ise dışardan fazla bir şey satın alamadıkları için şiddetli kıtlıkla karşı karşıya kalmış-
lardı. Sadece hac mevsiminde dışarı çıkabiliyorlar, ancak Mekke’ye gelen tüccarlardan bir şey satın almak istediklerinde müşrikler, tüccarlardan fiyatlarını çok yüksek tutmalarını istiyorlardı. Bu sebeple
müslümanlar fazla bir şey satın alamıyorlardı. Öyle ki bazıları yiyecek bulamadıkları için ağaç yapraklarını yiyerek açlıklarını gideriyordu. Küçük çocuklar açlıktan feryat ediyordu. Müslümanlar içinde zengin
olanlar sıkıntıya düşenlerin ihtiyacını karşılamak için bütün mallarını harcamışlardı. Ancak bu da kâfi
gelmemişti. Üç sene süren bu hadîse üzerine ümitlenen müşrikler, İslâmın hızla yayıldığını görerek iyice
çıldırmışlardı. Allahü teâlâ, müşriklerin anlaşmalarını yazarak Kâ’be içine astıkları sahifeye bir güve kurdu musallat etti. O sahifede “Bismike Allahümme” ibaresi hariç diğer kısmını tamamen yiyip bitirdi. Bu
husus Peygamberimize (s.a.v.) vahiyle bildirildi. Muhammed aleyhisselâm bu durumu amcası Ebû
Tatib’e bildirince, Ebû Tâlib müşriklere gidip (Kardeşimin oğlunun bana haber verdiğine göre Allah sizin
Kâ’be’de astığınız sahifeye bir kurt musallat etmiş ve (Allah) lâfzı hariç o sahifede zulüm, akrabalarla
münasebeti kesme ve iftira olarak yazılı diğer kısmı yiyip bitirmiştir. Kâ’be’ye gidip bakınız. Bu zulüm ve
kötü davranışınızdan vazgeçiniz…) dedi. Kâ’be’ye gidip astıkları sahifeyi, gerçekten bir güve kurdunun
yiyip bitirdiğini gördüler. Bu hadîse karşısında şaşıran müşrikler bazı ileri gelen kimselerin de böyle bir
uygulamadan vaz geçtiklerini bildirmeleri üzerine Bi’setin onuncu yılında bundan tamamen vazgeçmek
zorunda kaldılar. Fakat düşmanlıklarını gün geçtikçe şiddetlendirip İslâmiyetin yayılmasına mani olmak
için her türlü yola başvurdular. Halbuki İslâmiyet süratle yayılıyor, sevgili Peygamberimiz Muhammed
aleyhisselâm cahiliyye devrinin zulmetinde bunalan insanları kurtarmaya çalışıyor ve hakiki se’âdete
kavuşturuyordu. Bu se’âdet ile şereflenen insanlar da kavuştukları büyük nimete şükrediyorlar, müşriklerin hakaretleri ve işkenceleri karşısında asla yılmıyorlardı. Muhammed aleyhisselâmın mu’cizelerini ve
müslümanların dinlerindeki sebatını gören nice gönüller İslâm nuru ile aydınlanıyordu.
Müşriklerin müslümanlara uyguladıkları üç senelik ablukanın sona ermesinden sonra. Habeşistan’dan yirmi kişi kadar Hıristiyan Ruhban Mekke’ye gelmişti. Bunlar daha önce Habeşistan’a hicret eden müslümanlardan İslâmiyet ile ilgili duydukları şeyleri bizzat mahallinde görmek ve araştırmak üzere
Mekke’ye gelmişlerdi. Kâ’be yanında Peygamberimizle görüşen bu Hıristiyan kafilesi, Kur’ân âyetlerini
dinlediler ve o kadar ağlaştılar ki, sakalları gözyaşları ile ıslandı. Sorduktan her soruya verilen cevaplar
karşısında son derece memnun kalıp, Peygamberimizin kendilerini İslâma davet etmesi üzerine büyük
bir şevkle sevinç gözyaşları dökerek müslüman oldular. Bu hallerini görerek kendilerine çeşitli hakarette
bulunan Ebû Cehile ve diğer müşriklere asla aldırış etmediler (Bize yaptığımız cahilliği biz size yapamayız ve bize nasip olan hak dinden asla dönmeyiz) dediler.
Muhammed aleyhisselâmın peygamberliğinin onuncu yılında büyük oğlu Kâsım ve bir müddet
sonra da diğer oğlu Abdullah küçük yaşta iken vefât ettiler. Yine Bi’setin onuncu yılında Peygamberimizin (s.a.v.) amcası Ebû Tâlib ve ondan birkaç gün sonra da hanımı Hz. Hatice vefât etti. Ard arda vuku
bulan bu ölüm hadîselerinden dolayı bu seneye Senet-ul-hüzün (Hüzün yılı) denildi. Bu vefât hadîselerine çok sevinen müşrikler, Peygamberimiz (s.a.v.) ve müslümanlara karşı öncekinden daha şiddetli davranmaya başladılar. Ebû Tâlib hayatta iken, onun himayesinden çekinen müşrikler, o vefât edince, Muhammed aleyhisselâma ve müslümanlara yaptıkları tecavüzleri kat kat arttırdılar.
MÎ’RÂC
Mekke ehâlisi îmân etmiyor. Müslümanlara çok sıkıntı veriyordu. İşkenceyi arttırıp işi azdırmışlardı. Resûlullah çok üzüldü. Hicretden bir yıl önce, elliiki yaşında idi. Zeyd bin Hârise’yi alarak Taif’e gitti.
Tâif halkına bir ay nasîhat etti. Hiç kimse îmân etmedi. Alay ettiler, işkence yaptılar, yuhaladılar. Çocuklar taşa tuttular. Ümitsiz, üzüntülü, yorgun geri dönerken mübârek bacakları yaralandı. Zeyd’in başı kan
içinde kaldı. Tâif’den uzaklaştılar. Çok sıcak bir saatte yorgun bir halde yol kenarında oturdular. Bir bağ
yanında istirahat edip, yaralarının kanlarını sildiler. Yakınlarında bulunan bağın sahibi,
Rebîaoğullarından Utbe ve Şeybe adında zengin iki kardeşti. Peygamberimizi (s.a.v.) ve Zeydi (r.a.)
görüp, köleleri Addas ile iki salkım üzüm gönderdiler. Peygamberimiz (s.a.v.) üzümü yerken besmele
çekti. Üzümü getiren köle Addas Hıristiyan idi. Besmeleyi işitince şaşırdı. (Yıllarca buralardayım. Kimseden böyle söz duymadım. Bu nasıl sözdür?) dedi.
Resûlullah: “Sen neredensin?” buyurdu.
Addâs: Nineveliyim, dedi.
Resûlullah: “Yunus aleyhisselâmın memleketinden imişsin” buyurdu.
Addâs: Sen Yunus’u nereden tanıyorsun? Onu, buralarda kimse bilmez, dedi.
Resûlullah: “O benim kardeşimdir. O da, benim gibi Peygamber idi” buyurdu. – 21 –
Addâs: Bu güzel yüzün, bu tatlı sözlerin sahibi yalancı olmaz. Ben inandım ki, Sen Allah’ın Resû-
lüsün, dedi. Müslüman oldu, yâ Resûlallah, yıllarca bu zalimlere, bu yalancılara kölelik ediyorum. Herkesin hakkını yiyorlar. Herkesi aldatıyorlar. Hiç iyi tarafları yok. Dünyalık toplamak, Şehvetlerini yapmak
için her alçaklığı göze alıyorlar. Onlardan nefret ediyorum. Sizinle birlikte gitmek, size hizmetle şereflenmek, cahillerin, ahmakların size yapacağı saygısızlıklara hedef olmak, mübârek vücudunuzu korumak için fedâ olmak istiyorum, dedi.
Resûlullah, tebessüm buyurdu: “Şimdi efendilerinin yanında kal!” Az zaman sonra, adımı her
yerde İşitirsin. O zaman bana gel.” buyurdu. Bir müddet İstirahat edip, Mekke’ye yürüdüler.
Peygamberimiz (s.a.v.) Tâif’den Mekke’ye döndüğü sırada Mekke’ye varmadan Nahle adındaki bir
yerde bir müddet istirahat etti. Bu sırada namaza durmuştu. Nusaybin cinlerinden bir grup oradan ge-
çerken Peygamberimizin (s.a.v.) okuduğu Kur’ân âyetlerini duydular ve durup dinlediler. Sonra Peygamberimiz (s.a.v.) ile görüşüp müslüman oldular. Muhammed aleyhisselâm onlara “Kavminize varınca
benim îmâna davetimi onlara da söyleyin, onları îmâna davet edin” buyurdu. O cinnîler kavimlerine
gidip bunu bildirince, işiten cinnîlerin hepsi îmân ettiler. Bu husus Kur’ân-ı kerîmde Cin sûresinde bildirilmektedir. Bu hadîseden sonra Mekke’ye yürüdüler.
Muhammed aleyhisselâm Mekke’ye doğru gitmekte iken, başının üzerinde kendisini gölgeleyen bir
bulutu ve biraz sonra da Cebrâil aleyhisselâmı gördü. Cebrâil aleyhisselâm (Yâ Muhammed, şüphesiz
ki, Allahü teâlâ kavminin sana ne söylediklerini işitti, dedi.) Sonra bir melek göstererek, (Şu melek,
Allahü teâlânın dağları emrine verdiği melektir. Kavmin hakkında ne dilersen ona emredebilirsin) dedi.
Dağlara müvekkil melek: Mekkenin iki tarafında bulunan Ebû Kubeys ve Kuaykın dağını göstererek (Yâ
Muhammed! Eğer şu iki yalçın dağın Mekkeliler üzerine kapanıp birbirine kavuşmasını istersen, emret,
kavuşturayım) dedi. Muhammed aleyhisselâm “Hayır! Ben insanlara rahmet olarak gönderildim.
Allahü teâlânın bu müşriklerin sulbünden îmân edecek, Allaha şirk koşmayacak bir nesil çıkarması için duâ ederim” buyurdu.
Karanlıkta Mekke’ye girdiler. Birkaç ay Mekke’de çok sıkıntılı geçti. Her taraf düşman idi. Gidilecek
bir yer yoktu. Doğruca amcası Ebû Tâlib’in kızı Ümm-i Hânî’nin Ebû Tâlib mahallesinde bulunan evine
geldi. Ümm-i Hânî, o zaman imân etmemişti. Kimdir o dedi.
Resûlullah (s.a.v.) “Amcan oğlu Muhammedim. Kabul edersen, misafir geldim,” buyurdu.
Ümm-i Hânî: Senin gibi doğru sözlü, emin, asil, şerefli misafire can fedâ olsun. Yalnız, teşrif edeceğinizi önceden bildirseydiniz, birşeyler hazırlardım. Şimdi yedirecek birşeyim yok, dedi.
Resûlullah (s.a.v.) “Yiyecek, içecek istemem. Hiçbiri gözümde yok. Rabbime ibadet etmek,
yalvarmak için bir yer bana yetişir” buyurdu.
Ümm-i Hânî, Resûlullah’ı (s.a.v.) içeri alıp, bir hasır, leğen, ibrik verdi. Gelen misafire ikrâm etmek,
onu düşmandan korumak, Araplar için en şerefli vazife sayılırdı. Bir evdeki misafire zarar gelmesi, ev
sahibi için büyük yüzkarası olurdu. Ümm-i Hânî düşündü. Bunun Mekke’de düşmanları çok. Hatta öldürmek isteyenler var. Şerefimi korumak için, sabaha kadar onu gözeteyim dedi. Babasının kılıcını alıp,
evin etrafında dolaşmağa başladı.
Resûlullah, o gün çok incinmişti. Abdest alıp, Rabbine yalvarmağa, af dilemeğe, kulların îmâna
gelmesi, se’âdete kavuşmaları için duâya başladı. Çok yorgun, aç, üzüntülü idi. Hasır üzerine uzanıp
uyuyuverdi.
O anda, Allahü teâlâ, Cebrâil aleyhisselâma:
Sevgili Peygamberimi çok üzdüm. Mübârek bedenini, nazik kalbini çok incittim. Bu halde, yine bana yalvarıyor. Benden başka, hiçbirşey düşünmüyor. Git! Habîbimi getir! Cennetimi, Cehennemimi göster. O’na ve O’nu sevenlere hazırladığım nimetleri görsün. O’na inanmıyanlara, sözleri, yazıları ve hareketleri ile O’nu incitenlere hazırladığım azapları görsün. O’nu ben teselli edeceğim. O’nun nazik kalbinin
yaralarını ben gidereceğim, buyurdu. Cebrâil (a.s.), bir anda Resûlullah’ın yanına geldi. Mışıl mışıl uyuyor gördü. Uyandırmağa kıyamadı. İnsan şeklinde idi. Mübârek ayağının altını öptü. Kalbi, kanı olmadığı
için, soğuk dudakları, Resûlullah’ı uyandırdı. Cebrâil (a.s.)’i hemen tanıdı ve (Ey Cebrâil kardeşim.
Böyle vakitsiz niçin geldin. Yokta bir hata mı ettim, Rabbimi gücendirdim mi? Bana acı haber mi
getirdin?) buyurdu ve Rabbinin darılacağından çok korktu.
Cebrâil (a.s.): Ey bütün yaratılmışların en üstünü! Ey Yaratanın sevgilisi; Ey peygamberlerin efendisi, iyilikler menbaı, üstünlükler kaynağı olan şerefli peygamber! Rabbin sana selâm ediyor. Seni kendine davet ediyor. Lütfen kalk. Buyur, gidelim, dedi. Kâ’be yanına geldiler. Orada, bir kimse geldi. Göğ-
sünü yardı. Kalbini çıkardı. Zemzem suyu ile yıkadı. Yine yerine koydu. Sonra Cennetten gelen Burak
adındaki beyaz hayvana binip, bir anda Kudüs’de, Mescid-i Aksa’ya geldiler. Cebrâil (a.s.) kayayı parmağı ile deldi. Burak’ı oraya bağladı. Geçmiş peygamberlerden bazısının ruhları insan şeklinde orada – 22 –
idi. Cemaatle namaz için Âdem (a.s.), Nuh (a.s.), İbrâhîm (a.s.) peygamberlere, imam olmalarını sıra ile
söyledi. Hiçbiri kabul etmedi, özür dilediler. Cebrâil (a.s.), Habîbullahı ileri sürdü. Sen varken, başkası
imam olamaz, dedi. Namazdan sonra, mescidten çıkıp bilinmeyen bir Miraç ile, bir anda, yedi kat gökleri
geçtiler. Her gökte bir büyük peygamberi gördü. Cebrâil (a.s.) Sidre’de kaldı ve kıl kadar ilerlesem, yanar, yok olurum dedi. Sidret-ül-müntehâ, altıncı gökte bulunan büyük bir ağaçtır. Resûlullah (s.a.v.)
Cenneti, Cehennemi, sayısız şeyleri görüp, Refref adındaki bir Cennet yaygısı üstünde olarak Kürsi, Arş
ve Ruh alemlerini geçip, bilinmeyen, anlaşılmayan, anlatılamıyan şekilde, Allahü teâlânın dilediği yüksekliklere ulaştı. Mekansız, zamansız, cihetsiz, sıfatsız olarak Rabbi ile konuştu. Hiçbir mahlûkun bilemeyeceği, anlayamayacağı nimetlere kavuşup, bir anda, Kudüs’e ve oradan Mekke-i Mükerreme’ye,
Ümm-i Hânî’nin evine geldi. Yattığı yer henüz soğumamış, leğendeki abdest suyunun hareketi durmamış idi. Dışarda dolaşan Ümm-i Hanî uyuklamış, birşeyden haberi olmamıştı. Kudüs’ten Mekke’ye gelirken Kureyş’in kervanına rastladı. Kervandaki bir deve ürktü, yıkıldı.
Sabah olunca, Kâ’be yanına gidip Miracını anlattı. İşiten kâfirler alay etti. Muhammed aklını kaçırmış, iyice sapıtmış dediler. Müslüman olmağa niyetli olanlar da vazgeçti. Birkaçı sevinerek Ebû Bekir’in
evine geldi. Çünkü, bunun akıllı, tecrübeli, hesaplı bir tüccar olduğunu biliyorlardı. Kapıya çıkınca hemen
sordular:
Ey Ebû Bekir! Sen çok kere Kudüs’e gidip geldin, iyi bilirsin, Mekke’den Kudüs’e gitmek gelmek,
ne kadar zaman sürer dediler. Ebû Bekir: İyi biliyorum. Bir aydan fazla, dedi.
Kâfirler bu söze sevindi. Akıllı, tecrübeli adamın sözü böyle olur, dediler. Gülerek, alay ederek ve
Ebû Bekir’in de kendileri gibi düşüneceğini zannettiler.
Senin efendin, Kudüs’e bir gecede gidip geldiğini söylüyor, artık iyice sapıttı diyerek, Ebû Bekir’e
sevgi, saygı ve itimâd gösterdiler.
Ebû Bekir (r.a.) Resûlullah’ın mübârek adını işitince, (Eğer O söyledi ise inandım. Bir anda gidip
gelmiştir) deyip içeri girdi. Kâfirler neye uğradıklarını anlayamadı. Önlerine bakıp gidiyor ve (Vay canına,
Muhammed ne yaman büyücü imiş. Ebû Bekir’e sihir yapmış) diyorlardı.
Ebû Bekir hemen giyinip, Resûlullah’ın yanına geldi. Büyük kalabalık arasında, yüksek sesle (Yâ
Resûlallah! Miracınız mübârek olsun! Allahü teâlâya sonsuz şükürler ederim ki, bizleri, senin gibi büyük
Peygambere, hizmetçi yapmakla şereflendirdi. Mübârek yüzünü görmekle, kalbleri alan, ruhları çeken
tatlı sözlerini işitmekle nimetlendirdi. Yâ Resûlallah! Senin her sözün doğrudur, inandım. Canım sana
fedâ olsun!) dedi. Ebû Bekir’in sözleri kâfirleri şaşırttı. Diyecek şey bulamayıp dağıldılar. Şüpheye dü-
şen, imânı zayıf birkaç kişinin de kalbine kuvvet verdi. Resûlullah (s.a.v.) o gün Ebû Bekir’e (Sıddîk)
dedi. Bu adı almakla derecesi bir kat daha yükseldi.
Kâfirler bu hâle çok kızdı. Mü’minlerin kuvvetli imânına, Peygamberin (s.a.v.) her sözüne hemen
inanmalarına, O’nun çevresinde pervane gibi toplanmalarına dayanamadılar. Resûlullah’ı mahcup, mağ-
lup etmek için, imtihan etmeğe yeltendiler.
Yâ Muhammed (s.a.v.) Kudüs’e gittim diyorsun. Söyle bakalım. Mescidin kaç kapısı, kaç penceresi var, gibi şeyler sordular. Hepsine cevap verirken, Hazret-i Ebû Bekir, öyledir yâ Resûlullah derdi. Halbuki, Resûlullah (s.a.v.) edebinden, hayasından karşısındakinin yüzüne bile bakmazdı. Buyururdu ki,
(Mescid-i Aksa’da etrafıma bakmamıştım. Sorduklarını görmemiştim. O anda Cebrâil (a.s.), Mescid-i
Aksa’yı gözümün önüne getirdi, pencerelerini görüyor, sayıyordum. Sorularına, hemen cevap veriyordum). Yolda, develi yolcular gördüğünü söyledi, inşâallah Çarşamba günü gelirler buyurdu. Çarşamba
günü güneş batarken, kervan Mekke’ye geldi. Fırtına eser gibi olduğunu bir devenin yıkıldığını söylediler. Bu hâl mü’minlerin imânını kuvvetlendirdi. Kâfirlerin düşmanlığını arttırdı.
Hicretten bir yıl önce Receb ayının 27’sinde Cuma gecesi vuku bulan bu mu’cizeye Peygamberimizin (s.a.v.) Mi’râcı denir. Resûlullah (s.a.v.) Mi’râca ruh ve bedeni, ile uyanık iken çıktı. Peygamberimize (s.a.v.) Mi’râc gecesinde nice ilâhi hakikatler gösterildi ve beş vakit namaz bu gecede farz kılındı.
Mi’râc Kur’ân-ı kerîmde İsra sûresinde ve Hadîs-i şerîflerde bildirilmektedir.
AKABE BÎATLARI
Peygamberimiz (s.a.v.) Tâiften Mekke’ye döndükten sonra da müşriklerin şiddetle karşı çıkmaları-
na rağmen bütün güçlüklere ve sıkıntılara katlanarak insanları İslâma davet etti. Böylece İslâmiyet günden güne yayılıyor: Müslüman olanlar çoğalıyordu. Mekke hac mevsiminde uzaktan, yakından gelenlerle
dolup taşardı. Peygamberimiz (s.a.v.) bu mevsimde kurulan panayırlara gider, Mekke’ye gelen Arap
kabilelerine İslâmı anlatır ve onları îmâna davet ederdi. Müşrikler ise hep mani olmak için uğraşırlardı.
Peygamberimiz (s.a.v.) Bi’setin onuncu yılında hac mevsiminde Akabede Medine’den gelen altı ki-
şiyle karşılaştı, onlarla görüştü. Onlara Kur’ân-ı kerîm okudu ve İslâma davet etti. Medine’deki Hazrec – 23 –
kabilesinden olan bu altı kişi Peygamberimizi dinledikten sonra hemen îmân ettiler. Bu altı kişi ilk Medineli müslümanlardır.
Bundan bir sene sonra Bi’setin onbirinci yılında yine hac mevsiminde 12 Medineli Peygamberimizin (s.a.v.) davetini kabul ederek müslüman oldular. Allaha şirk koşmayacaklarına, zinâdan, hırsızlıktan
sakınacaklarına, kimseye iftira etmeyeceklerine, kız çocuklarını öldürmeyeceklerine, Allaha ve Resûlüne
itâat edeceklerine dair kesinlikle söz verdiler. Bu hadîselere ilk Akabe bîatları denilmiştir. Medinelilerin
yaptıkları bu bîat büyük bir önem taşıyordu. Peygamberimiz bu bîatlerde bulunanlara İslâmı anlatmak ve
Kur’ân-ı kerîmi öğretmek üzere Eshâb-ı kirâmdan Mus’ab bin Umeyri muallim olarak onlarla birlikte Medine’ye gönderdi. Bu sıralarda Medinedeki müslümanların sayısı kırka ulaşmıştı. Mus’ab bin Ümeyrin
üstün gayretleri ile Medine’de bulunan Evs ve Hazrec kabilelerinden hemen hemen müslüman olmayan
kalmamıştı. Az zamanda İslâmiyet Medine’de yayıldı. Peygamberimiz (s.a.v.) Medine’de İslâmın bu şekilde süratle yayıldığını haber alınca çok sevinip bu seneye (sevinç yılı) denildi. (Mi’râc ikinci Akabe
bi’atından sonra vuku buldu.) Bu seneden sonra yine hac mevsiminde Medine’den 73 erkek 2 kadın
olmak üzere 75 kişi Akabede gece yarısı gizlice Peygamberimizle görüştüler. Resûlullah onlara “Allah’dan başka ilâh olmadığını, benim onun Resûlü olduğuma îmân ederek dînin emirlerini yerine
getireceğinize bana itâat edeceğinize hiç bir şeyden çekinmeden Allah yolunda Allah için hakkı
söyleyeceğinize, kendi nefsinizi ve namusunuzu koruduğunuz gibi bana yardımcı olacağınıza
söz veriyor musunuz?” buyurdu. Bunu seve seve kabul ettiklerini bildiren Medineliler (Ya Resûlallah,
senin uğrunda ölürsek bize ne var?) diye sordular. Resûlullah “Cennet var”, buyurunca, Resûlullahın
elini tutarak bîat ettiler. Peygamberimiz bu bîat edenler içinden okuma yazma bilen 12 kişiyi temsilci
olarak seçti. Bunlar Medine’nin ileri gelenlerinden idi. Bu temsilciler (Allaha hamd olsun ki; bizi Muhammed aleyhisselâmın sevgisiyle ve ona İmân etmekle şereflendirdi. Allahın ve Resûlünün davetini kabul
ettik, dinledik ve boyun eğdik..) diyerek sevinçlerini ve teslimiyetlerini ifade ettiler.
HİCRET
Son Akabe bîatıyla Medine müslümanlar için rahat edecekleri ve sığınacakları bir yer olmuştu. İ-
kinci Akabe bîatini duyan Mekkeli müşriklerin müslümanlara tutumları çok şiddetli ve pek tehlikeli bir hâl
almıştı. Müslümanlar için Mekke’de kalmak tahammül edilemeyecek derecede güçleşmişti. Peygamberimize (s.a.v.) durumlarını arz ederek, Mekke’den hicret için müsâade istediler. Peygamberimiz (s.a.v.)
“Sizin hicret edeceğiniz yurdun, iki kara taşlık arasında hurmalık bir şehir olduğu bana gösterildi”
buyurdu. Aradan bir müddet geçmişti. Bir gün Peygamberimiz (s.a.v.) sevinçli bir halde Eshâb-ı kirâ-
mın yanına gelip “Sizin hicret edeceğiniz yer bana bildirildi. Orası Yesrib (Medine)’dir. Oraya hicret ediniz” ve “Orada Müslüman kardeşlerinizle birleşin. Allahü teâlâ onları size kardeş yaptı.
Yesribi (Medine’yi) size emniyet ve huzur bulacağınız bir yurt yaptı.” buyurdu. Resûlullah’ın (s.a.v.)
izin vermesi ve tavsiye etmesi üzerine Müslümanlar Medine’ye peyderpey hicret etmeye başladılar.
Resûlullah, hicret edenlere son derece ihtiyatlı ve tedbirli davranmalarını sıkı sıkı tenbih ediyordu. Müslümanlar, müşriklerin dikkatini çekmemek için küçük gruplar halinde yola çıkıyor, mümkün olduğu kadar
gizli hareket ediyorlardı. Medine’ye ilk hicrette bulunan; müşriklerden çok eziyet görmüş olan Ebû Seleme’dir. Neden sonra işin farkına varan müşrikler, hicret etmek üzere yola çıkan müslümanlardan görebildiklerini yoldan çevirmeye, kadınları kocalarından ayırmaya, gücü yettiklerini hapis etmeye ve çeşitli
cefalar çektirmeye başladılar. Onları dinlerinden döndürmek için her türlü eziyeti yaptılar. Fakat bir iç
harbin patlak vermesinden korktukları için öldürmeye cesaret edemediler. Ancak Müslümanlar da her
fırsattan istifade ederek Medine’ye hicrete devam ettiler.
Bu arada Hz. Ömer de bir gün kılıcını kuşandı, yanına oklarını Ve mızrağını alıp Kâ’beyi açıkça
yedi defa tavaf etti. Orada bulunan müşriklere yüksek sesle şunları söyledi:
“İşte ben de dinimi korumak için Allah yolunda hicret ediyorum. Karısını dul, çocuklarını yetim bı-
rakmak, anasını ağlatmak isteyen varsa önüme çıksın.”
Böylece Hz. Ömer ve yanında yirmi kadar müslüman güpegündüz açıktan Medine’ye doğru yola
çıktılar. O’nun korkusundan bu kafileye hiç kimse dokunamadı. Daha sonra Eshâb-ı kirâmdan diğerleri
de hicrete devam ettiler. Bu arada Hz. Ebû Bekir de hicret için izin istedi. Resûlullah “Sabreyle. Ümidim
odur ki; Allahü teâlâ bana da izin verir. Beraber hicret ederiz.” buyurdu. Hz. Ebû Bekir:
Anam babam sana fedâ olsun. Böyle ihtimal var mıdır? diye sordu. Resûlullah da; “Evet vardır”
buyurunca sevindi. Sekizyüz dirhem vererek hemen iki deve satın aldı. Beklemeye başladı. Nihayet
Mekke’de Hz. Peygamberimiz (s.a.v.), Hz. Ebû Bekir, Hz. Ali, fakîrler, hastalar, ihtiyarlar ve müşriklerin
hapsettiği kimseler kaldı.
Diğer taraftan Medineliler (Ensâr), hicret eden Mekkeliler’i (Muhacirler) çok iyi karşılayıp, misafir
ettiler. Aralarında kuvvetli bir birlik meydana geldi. Resûlullah’ın da hicret edip müslümanların başına
geçeceği ihtimaliyle Mekkeli müşrikler telâşa kapıldılar. – 24 –
Mühim işleri görüşmek için bir araya geldikleri Dârü’n-Nedve’de toplandılar, ne yapacaklarını konuşmaya başladılar. Şeytan, Şeyhi Necdi kılığında, ihtiyar bir Necdli şeklinde müşriklerin yanına geldi.
Konuşmalarını dinledi. Çeşitli teklifler öne sürüldü. Hiçbiri beğenilmedi. Sonra şeytan da söze karışıp,
onlara “Sizin düşündüklerinizin hiçbiri O’na karşı çare değildir. Çünkü O’nun öyle güler yüzü tatlı dili vardır ki, her tedbiri bozar. Başka çare düşününüz” diyerek fikrini söyledi. Kureyşin reisi ve en azılı İslâm
düşmanı olan Ebû Cehil: En doğru fikir şudur ki, her kabileden bir kuvvetli kimse seçelim. Her biri ellerinde kılıçları ile Muhammedin (s.a.v.) üzerine saldırsın. Kılıç vurup kanını döksünler. Böylece kimin öldürdüğü belli olmaz. Zaruri olarak diyete râzı olurlar. Biz de O’nun diyetini verir, bu sıkıntıdan kurtuluruz
dedi. Şeyhi Necdi kılığında aralarına katılan Şeytan da bu fikri beğendi ve hararetle tasdîk etti.
Onlar bunun hazırlığı içindeyken Allahü teâlâ, Resûlüne hicret emri verdi. Cebrâil (a.s.) gelerek
müşriklerin kararını ve o gece yatağında yatmamasını bildirdi. Peygamberimiz (s.a.v.), Hz. Ali’yi kendi
yatağında yatmasını ve bıraktığı emanetleri sahiplerine vermesini söyledi. “Bu gece yatağımda yat
uyu, şu hırkamı da üzerine ört! Korkma sana hiç bir zarar gelmez.” buyurdu. Geceleyin Yâsin sûresinin ilk sekiz âyetini okuyarak, kendisini öldürmek için evini sarmış kâfirlerin üzerine bir avuç toprak
saçtı ve evinden çıktı. Müşriklerin hiçbiri onu göremedi. Peygamber efendimizin saçtığı topraktan o gün
kime isabet ettiyse daha sonra Bedir Savaşında öldürüldü.
Safer ayının yirmiyedinci Perşembe günü, Peygamberimiz (s.a.v.) ve Hz. Ebû Bekir yanlarına bir
miktar yiyecek alarak, bir kılavuz ile birlikte yola çıktılar. Bir saatlik mesafedeki Sevr dağında bulunan
mağaranın önüne geldiler. Mağara’ya Resûlullahtan (s.a.v.) izin alarak önce Hz. Ebû Bekir girdi, içeriyi
dikkatlice gözden geçirdi. Gördüğü çok sayıdaki delikleri, yılan ve akrep çıkmaması için, gömleğini par-
çalayarak kapattı. Açık kalan bir deliği de ayağı ile kapayıp Peygamber efendimizi içeri davet etti.
Resûlullah’ın (s.a.v.) içeri girmesinden sonra Allahü teâlâ’nın emriyle bir örümcek kapıya ağını ördü ve
bir çift güvercin yuva yaparak yumurtladı.
Sabaha kadar evin çevresinde bekleyen müşrikler sabahleyin içerde Hz. Ali’yi görünce şaşırdılar.
Resûlullah’ı (s.a.v.) yatağında bulamayan müşrikler, her tarafı aramaya başladılar. Hz. Ebû Bekir’in evine gittiler orada da bulamadılar, iz takip ederek Sevr dağındaki mağaranın önüne geldiklerinde, bir ö-
rümceğin mağaranın ağzını örmüş ve bir güvercinin de yuva yapmış olduğunu gördüler. İçeriye bakmadan geri döndüler. Allahü teâlâ, bu mucize ile Peygamberini ve O’nun arkadaşı Hz. Ebû Bekir’i müşriklerin kötülüklerinden korudu. Ayaklarının ucuna baksalardı her ikisini de göreceklerdi. Bu durum karşısında Resûlullah (s.a.v.) için endişelenen Hz. Ebû Bekir’i Peygamberimiz teselli etdi ve Ona”Sen üzülme,
Allah bizimle beraberdir” buyurdu.
Mağarada Peygamber efendimiz (s.a.v.) başını Hz. Ebû Bekir’in dizine koyarak bir miktar uyumuş-
tu ki, bir yılan Hz. Ebû Bekir’in delik üzerine koyduğu ayağını ısırdı. Izdırapla gözlerinden yaş aktı. Peygamberimiz (s.a.v.) uykudan uyanıp, “Yâ Ebâ Bekir! Seni ağlatan şey nedir?” diye sorunca, Hz. Ebû
Bekir de “Ayağımı birşey ısırdı, canım yandı. Fakat anam, babam sana fedâ olsun, yâ Resûlallah!” dedi.
Hemen Peygamberimiz yılanın soktuğu yere mübârek tükrüğünü sürdü ve Allahü teâlânın izniyle Hz.
Ebû Bekir iyileşti. Peygamberimiz (s.a.v.) ve Hz. Ebû Bekir üç gün üç gece bu mağarada kaldı. Hz. Ebû
Bekir’in oğlu Abdullah, Mekke’de duyduklarını, geceleyin mağaraya gelip, haber veriyor, Ebû Bekir’in
azadlı kölesi ve sürülerinin çobanı Âmir bin Füheyre ise geceleri süt getiriyor ve izleri yok ediyordu.
Rebiülevvelin birinci Pazartesi günü mağaradan ayrılarak Medine’ye doğru yola çıkan Resûlullah’ı
(s.a.v.) ve Hz. Ebû Bekir’i her yerde aramalarına rağmen bulamayan müşrikler âdeta çılgına dönmüşlerdi. En azılıları olan Ebû Cehil, Mekke ve civarında tellâllar bağırtarak Peygamberimizi (s.a.v.) ve Ebû
Bekir’i (r.a.) bulup getirenlere ve yerlerini bildireceklere 100 deve vaad ediyordu. Onun bu vaadini duyan
ve mala tamah eden baza kimseler silâhlarını alıp atlarına atlayıp yola düştüler. Bunlardan biri de
Sürâka idi. Peygamber efendimize yaklaşınca Peygamber efendimiz (s.a.v.) ona bir nazar etti.
Sürâka’nın atının ayakları dizlerine kadar kuma gömüldü. Sürâka şaşkına dönüp af diledi ve kurtulması
için duâ istedi. Resûlullah (s.a.v.) tebessüm ederek duâ etti. Sürâka kurtuldu ve Peygamber efendimizin
(s.a.v.) emri ile geri döndü. Sürâka, Mekke’nin fethinden sonra müslüman olmuştur.
Peygamber efendimiz (s.a.v.) ve Hz. Ebû Bekir (r.a.) yollarına devam ederek milâdın 622 ci senesi
Eylülünün yirminci ve Rebiülevvel’in sekizinci Pazartesi günü Medine yakınlarındaki Kubâ köyüne vardı-
lar. Bu gün müslümanların hicrî güneş yılının başlangıcı oldu. Bu senenin Mayıs ayının 16 cı Cum’a gü-
nüne tesadüf eden Muharrem ayının birinci günü de müslümanların hicrî kameri yılının başlangıcı olması, Hz. Ömer’in hilâfeti zamanında söz birliği ile kabul edildi. Birkaç gün burada kalan Peygamberimiz
(s.a.v.), ilk iş olarak Kubâ mescidini yaptı. Rebiülevvelin 12. Cum’a günü Medine şehrine doğru yola
çıktı. Rânûna vadisinden geçerken, öğle vakti olmuştu. Burada ilk Cum’a namazını kıldı ve ilk hutbeyi
okudu. Namazdan sonra her ikisi ve yanındakiler develerine bindi ve Medine’nin yolunu tuttular.
Eshâb-ı kirâm, Peygamber efendimizin (s.a.v.) teşrifini büyük bir heyecan ile bekliyordu. Ona kavuşma şevkiyle yanıyorlardı. Yollara düşüp, ufuklara bakarak günlerce beklemişlerdi. Nihayet bir benzeri – 25 –
daha görülmemiş ve görülmeyecek mutluluğa kavuştular. Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) Medine’ye teş-
rif etti.
Eshâb-ı kirâmın meşhûrlarından Enes bin Mâlik hazretleri Resûlullahın (s.a.v.) Medine-i
münevvereye girdiği günden daha güzel ve neşeli bir gün görmedim buyurmuştur. O gün sevinç sedaları
Medine semalarına yükseldi. Eshâb-ı kirâm sevinç gözyaşları döktü. Kadınlar ve çocuklar şiirler söylü-
yordu. Şu mısraları yüksek sesle terennüm ettiler.
“Tale’al-bedrü aleynâ, min seniyyât-ül-veda’
Vecebe’ş-şükrü aleynâ, Mâ de’allahü dâ
Eyyühel-meb’ûsü fina, ci’te bil-emr-il-mutâ”
“Veda yokuşundan ay doğdu üzerimize, Allah’a her duâ ettikde, şükretmek lâzım bu nimete!
Ey bize gönderilen yüce Peygamber! İtâat etmemiz gereken bir emirle geldin bize!”
Herkes Peygamberimize (s.a.v.) “Bize buyurun, yâ Resûlallah (s.a.v.)” diyerek, evlerine davet ediyorlardı. Resûl-i Ekrem efendimiz (s.a.v.) devesini serbest bıraktı. Deve ilk defa iki yetime ait bir arsaya
çöktü ve çok durmadan kalktı. Biraz yürüdükten sonra ikinci olarak başka bir yere çöktü. Burası Peygamber efendimizin (s.a.v.) dayıları olan Neccâroğullarından Ebû Eyyûb-i Ensârî (r.a.) hazretlerinin evine en yakındı. Peygamberimiz, bu zâta misafir oldu. Ensâr (Medineli Müslümanlar) dîni için vatanını terk
eden Muhâcir kardeşlerini barındırdı, evlerinde misafir etti, iş buldu, mülklerinden yer verdi ve her yardımı yaptı.
Bu çeşit fedâkârlık ancak İslâm kardeşliğinde vardır. Nitekim Allahü teâlâ “Ancak mü’minler kardeştirler.” buyurarak, gerçek sevgi ve samimiyetin maddî menfaatle değil, îmân ve inançla var olabileceğini buyurmuştur. Bu da bu derecede açıkça Ensâr ve Muhâcirînin arasında görülmektedir.
Medine’ye hicretin, İslâm târihinde büyük önemi vardır. Hicretten sonra Müslümanlığın kolayca ve
süratle yayılması sağlanmış, İslâm dininin merkezi Mekke’den Medine’ye nakledilmiş oldu. Ensâr ve
Muhâcirîn bu yeni İslâm merkezinde el ele vererek İslâm dininin kuvvetlenmesi için her fedâkârlığa katlanıyorlar. Resûlullah’ın (s.a.v.) etrafında toplanarak ve İslâm dininin esaslarına uyarak yeni bir nizam ve
mes’ûd bir hayat kuruyorlardı. Eski sıkıntılı ve korkulu günler arkada kalmış, inançlarından dolayı insanlara işkence yapan müşriklerin eza ve cefâ veren ellerinin uzanamayacağı Medine’de hürriyet ve emniyet havası içinde sakin, tatlı bir hayat başlamıştı. Müslümanlar bir devlet olmuşlardı. Cihad emri, burada
geldi. Medine’deki kabileler arasındaki kin ve düşmanlık kalktı.




ORTA ASYA’DA PEYGAMBER AİLESİNDEN BİRSAHABi KUSEM B. ABBAS



ORTA ASYA’DA PEYGAMBER AİLESİNDEN
BİRSAHABi KUSEM B. ABBAS
Dr. Hasan KURT
Kusem b. Abbas tarihin tozlu sayfalan arasında kalmış, hakkında
pek fazla Qilgi bulunmayan bir sahabidir. Halbuki bu zat, Türklerin anayurdu Orta Asya ‘mn bağnnda yattığına inanılan ve bölge halkı tarafından
çok sevilen bir kişidir. O aynı zamanda Hz. Peygamber (s.a.s.)’in yakınlanndandır. Buna rağmen, onunla ilgili bir çalışmaya rastlayamamaktayız.
Bu durum muhtemelen hakkında kaynaklarda oldukça dağınık ve az bilgi
bulunmasından kaynaklanmaktadır. Biz de özellikle .tarihimiz açısından
önem taşıyan ve anayurtta oldukça büyük ilgi gören Kusem b. Abbas’ın
hayatını incelerneyi gerekli gördük. Böylece onu halk arasında anlatılagelen efsanevi şahsiyetinden öte, tarihi kişiliği ile tanıma imkanına sahip
olacağız.
1. Ailesi, Doğumu, Çocukluğu ve Gençliği
Kusem, Resulüıı,ah (s.a.s.)’ın amcası Abbas’ın oğludur. Annesi
Lübabel
bt. Hans el-Hilaıiyye olup, Hz. Muhammed (s.a.s.)’in hanımı
Meymllne’nin kızkardeşidirı. Bu durum Kusem b. Abbas’ın Hz. Muhammed (s.a.s.) ile hem baba, hem de anne tarafından akraba olduğunu göstermektedir. Aynca kaynaklarda Hz. Hatice (r.a.)’den sonra İslam’ı kabul
eden ilk kadının Kusem’ in annesi olduğu belirtilmektedir3

1. Halife b. Hayyat, Kusem’in annesinin adını Lübabetü’s-Suğra şeklinde kaydetmektedir. Bkz. Halife b. Hayyat, Kitabu’t-Tabakôt, thko Süheyl Zekkaı, Beyrot, 1993,
29.
2. BellizAri, Ensabu’l-Eşraj, thko Muhammed Hamidullah, M~~ır, 1959,1,446 vd.; İbn
Kuteybe, el-Maarif, thko Servet Ukklişe, Kahire, trz.121; ümer en-Nesefi, el-Kand
fi Zikri Ulemdi Semerkand, tkd. Nazar Muhammed el-Faryabi, el-Memleketti’lArabiyyeti’s-SuOdiyye, 1991, 529. ‘
3. İbnü’I-Esir, Osdü’l-Giibefi Mç(rifeti’s-Sahiibe, thk . ve tlk. Muhammed İbrahim elBenna, Muhammed Ahmed AşAr, M.~hmud Abdulvlihib Fayid, Dliru’ş-Şa’b, trz.,
LV, 392; Zehebi, Tarıhu’ı-Jsldm, thko ümer Abdüsselam Tedmüri, Beyrot, 1989, IV,
287, Siyer-i A’wmi’n-Nübela, thko Muhammed Naim; Me’mun Sağırcı, Beyrot,
1985, ןil,440.566 HASANKURT
Dedesi Abdülmuttalib’in de onunla aym adı taşİyan bir oğlu bulunmaktaydı4
• Kusem b. Abbas’ın, adım bu amcasından almış olması muhtemeldir. Fadl, Abduııah, Ubeyduııah, Ma’bed, Ma’ruf, Abdurrahman ve
Ümmü Habib onun anne ve baba bir kardeşleridir5
• Temmam, Kesir,
Hans, Safıyye, Amine veya Ümeyne ise farklı annelerden doğan kardeş-
leridir. Bunlardan Ubeyduııah, Kesir, Temmam gibi Kusem’in de soyu
devam etmemiştir,
Hz, Muhammed (s,a.s.)’in torunu Hüseyin (r.a.), Kusem’in annesi
Lübabe tarafından emzirildiği için onun süt kardeşidir6
• İbn Hacer, elfsabe adlı eserinde Kusem’in süt kardeşini Hasan, Tehzfbü’t-Tehzfb adlı
eseri~de ise Hüseyin olarak kaydetmektedir7
• Bu nede~le ikinci eserindeki bilgidiğer kaynaklarca da teyit edildiği için birincisinde geçen ifadenin
baskı veya istinsah hatası olması kuvvetle muhtemeldir. Kusem b.
Abbas’ın doğum tarihi kaynaklarda yer almamaktadır. Fakat Hz. Hüseyin
süt kardeşi olduğuna göre, onun doğum tarihinden .hareketle Kusem’in
yaklaşık olarak ne zaman doğduğunu tespit edebiliriz. Şöyle ki, Hz. Hü-
seyin’in doğum tarihi olan 5 Şaban 4/11 Ocak 626’yı8
aynı zamanda
Kusem için de yaklaşık olarak kabul edebiliriz.
Babası Abbas, onu çok sever ve çocukken şöyle diyerek oynatırdı:
~~i <:,:ı ~ l:! .~”JI ~”Jı ı:ı l:!.~L:! ~ ~
“Kusem, Kusem, yiğit burunlu, akıllı ve cömert Kusem,,9′,
Onu Hz. Peygamber (s.a.s.) de severdi. O, bir defasında Arafat’tan dönerken bineğinin arkasına ağabeyi Fadl’ı, önüne ise Kusem’i bindinnişti.
Yine bir gün Kusem, çocuklarla oynadığı sırada buradan geçen Hz. Pey-
4. BelazOn, Ensdbu ‘/-Eşraf, I, 90; Kalkaşandi, Subhu ‘/-A ‘şa li Slndati’l-Inşa, Şerh ve
tlk. Muhammed Hüseyin Şemseddin, Beyrut, 1987, I, 413.
5. BelazOri, Ensdbu’/-Eşrdj. 1,446 vd.
6. Mus’ab b. Abdullah ez-Zübeyn, Kitdbu Nesebi Kureyş, tsh. ve tlk. E. Levi Proven-
çal, Kahire, trz., ~5-28; Belazun, Ensabu’I-Eşr/ij. thko AbdUlaziz ed-DOn, Mısır,
1978, III, 22, 65; Ömer en-Nesefi, 529; İbn Hazm el-Endelüsi, Cemheretü Ensdbi’/-
Arab, Beyrut, 1983, 18; Zehebi, Tarihu’/-Isltim, IV, 288, Siyeri A’ltimi’n-NübeM,
III, 440; Nevevi, TehzfbU’I-Esm/i ve’I-Lugdt, Mısır, trz., 1:2159.
7. Bkz. İbn Hacer el-Askalani, eı-Is/ibe if Temyfzi’s-Sahdbe, Beyrut, trz., III, 218,
Tehzfbü’t-Tehzib, Beyrut, 1326, VIII, 362.
8. Taben, Tdrfhu’r-Rusül ve ‘I-Mü/ak, thko Muhammed Ebu’I-Fadl İbrahim, Kahire,
trz., n, 555; Zehebi, Siyeri A ‘/ilmi’n-Nübebd, ın, 280.
9. İbn Sa’d, ~ kelimesinin yerinde ~,BelazOri ve Zehebi ise ~. kelimesini kullanrruştır. Bu durumda buradan “cömert yapılı” anlamı çıkmaktadır.
Bkz. İbn Sa’d, et-Tabakô.tü’I-Kübrd, Beyrut, 1985, IV, 17; BelilzM, Ensdbu’I-Eşrlif,
III, 65; Zehebi, Tlirfhu’l-lsldm, n, 438.KUSEM B. ABBAS 567
gamber (s.a.s.) diğer çocuklardan, kardeşi Ubeydullah’ı bineğinin önüne,
onu da arkasına bindirmesini rica ettilO.
Abdullah b. Abbas’a dayandınlan bir rivayette Kusem, Hz. Peygamber (s.a.s.)’in cesedinin yıkanması esnasında onu sağa sola çeviren ve
defin işlemleri sırasında mezanna inenlerden birisi, hatta oradan en son
çıkan kişi olarak nakledilmektedirıı
. Fakat bir diğer kaynakta Abdullah b.
Abbas’ın, mezardan en son çıkan kişinin Kusem olduğuna itiraz ettiği belirtilmektedirl2
• Birbiriyle çelişen bu iki rivayetten sadece birisinin doğru
olması mümkündür. Bu nedenle yukanda belirttiğimiz gibi Kusem yakla-
şık olarak 4/626 yılında doğmuş olduğuna göre, Hz. Muhammed (s.a.s.)
vefat ettiğinde (Rebiülevvel ll) 7 yaşında bulunmaktadır. Bu durumda
onun Hz. Muhammed (s.a.s.)’in cesedini sağa sola çeviren ve mezanna
inenler arasında yer alması pek mümkün görünmemektedir. Böyle bir kanaat onun Hz. Peygamber’ e yakınlığından kaynaklanmış olabilir.
Yine amcasının oğlu Hz. Ali, kardeşleri Abdullah ve Ubeydullah ile
birlikte onun, babası Abbas’ın cenazesini yıkayan ve mezanna inenler
arasında yer aldığı nakledilmektedirl3
• Abbas b. Abdülmuttalib 32/653 yı-
lında vefat ettiğine göre 14, bu dönemde yaklaşık 28 yaşında bulunan
Kusem’in, mezara inenler arasında>bulunması mümkündür.
Nevevi, bazı kimselerin Kusem’i tabiinden zannettiğini belirtmektedir. Onun da belirttiği gibi bu doğru değildir. Kusem, en son sahabidir.
Belazuıi en son sahabinin Kusem’in kardeşi Temmam, İbn Hişam ise,
Muğice b. Şu’be olduğu yönünde bir rivayet nakletmektedirlS. Fakat her
halukarda onun bir sahabi olduğu kaynakların verdiği bilgilerden anlaşılmaktadır.
2. Valiliği ve Hac Emirliği
Kusem b. Abbas, Hz. Ali’yi çok sever ve onu kendine tercih ederdi.
Kusem’e “sizler dururken, neden Ali halife oldu?” diye sorulunca, onun
bu işe daha layık bulunduğu ve babası Abbas’tan daha önce İslam dinini
10. Buhari, et-Tarıhu’I-Kebır, Beyrut, tn., VII, 194; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, I,
205; Ömer en-Nesefi, 529; İbn Hacer el-Askalani, eı-lsô.be ii Temyızi’s-Sahiibe. III,
219.
ıı. Belazuri, Ensabu ‘l-Eşraf, 1,569,577; İbn Hişam, es-Sıyretü’n-Nebeviyye. thkoMustafa es-Seka, İbrahim. el-Ebyari, Abdulhafiz eş-Şibli, Beyrut, trz. IV, 312 vd.;
Taberi, III, 211 vdd.; Ibnü’l.Imad, Şezeratü’z-Zeheb ii Ahbilri men Zeheb, Kahire,
1358,I, 61; İbn Sa’d, II, 291.
12. EI-Kurtubiel-Maliki, el-İstıab, Beyrut, tn., III, 262..
13. BelazOri,Ensabu'[-Eşraj, lll, 22; ıbn Sa’d, IV, 33; Ibnü’l-Esir, el-Ktimilji’t-Ttirıh,
Beyrut, 1965,II, 332.
14. Taberi, IV, 307..
15. BelazOri,Ensabu’l-Eşrllf, 1,578; İbn Hişam, IV, 315; İbn Hacer el”AskaHini,ellsabeji Temyızi’s-Sahiibe. III, 218, Tehzıbü’t-Tehzıb, VIII, 362; Nevevi, 1:2159.568 HASAN KURT
i
kabul ettiği cevabını verirdi. Hatta Kusem; Resulullah (s.a.s.)’inyanında .
onun, babası Abbas’ın sahip olamadığı önemli bir konuma sahip bulundu-
ğunu belirtmiştir’6
• Kusem ile Hz. Ali arasındaki bu samimi ilişki onun
hilafeti döneminde çok belirgin biçimde görülmektedir.
Hz. Ali, 36/656 yılında Kusem’i Medine valisi tayin etmiştirJ7
, O bu
sırada 32 yaşlarında bulunmaktadır. İbn Hacer, Hz. Ali’nin şehadetine
kadar Kusem’iıi Medine valisi olarak görev yaptığı yönünde bir rivayet
nakıetmektedir. Fakat onun da belirttiği gibi, bu rivayet zayıftırl8

Kusem çok kısa bir süre, belki bir iki ay kadar Medine valiliği yaptıktan sonra, Hz. Ali tarafından aynı yıl EbO Katade el-Ensari’nin yerine
Mekke valisi atanmıştır. Bu atama işlemi Hz. Ali’nin Cemel Vak’ası öncesinde Hz. Aişe, Talha b. Ubeydullah ve Zübeyr b. Avvam’ın Hz.
Osman (r.a.)’ın kanını talep etmek için Basra’da bir eylem girişiminde bulunduğu sırada gerçekleşmiştir’9
• Hem bu hadise, hem de Abdullah b.
Amir’in Mekke’de etkinlik kazanması Ebu Katade el-Ensari döneminde
meydana gelmişti. Bu nedenle Hz. Ali, EbO Katade’yi azlederek yerine
Kusem b. Abbas’ı atamıştır20
• Kusem’in, Taif’in de bağlı bulunduğu,
Mekke valiliği Muaviye tarafından 42/662 ~ılında buraya Halid b. elAs’ın tayin edilmesine kadar devam etmiştir2
• Bu sırada o, 38 yaşlarında
idi.
Hz. Ali, Kusem’i Mekke valisi tayin ettiğinde ona bir mektup yazmıştı. Bu mektupta o, Kusem’den hac emirliği yapmasını, Allah’ın geç-
miş kavimleri nasıl cezalandırdığım halka hatırlatmasım, gece-gündüz
onların meselelerini halletmek için vazifesine devam etmesini, herhangi
bir konudagörüş soranlara cevap vermesini, bilgiden yoksun olan Mekkelileri aydınlatmasını, “ister mukim, ister misafir hacı olsun, bütün in-
, sanlar için onu eşit kıldık.,,22ayetinden dolayı, şehrin sakinlerinden vergi
al
. k d’ 23
” mamasım ısteme te ır .
16. İbnü’I-Esir, Osdü’I-G/lbeji Ma ‘rifeıi ‘s-Sahllbe , IV, 392. ,
17. Taberi, IV, 445; İbnü’I-Esir, el-Kamil /i’t-Tarih, III, 204, 222; Nüveyri, Nihllyetü’lEreb fi Funünj’l-Edeb, thko Muhammed Rif’at Fethullah ve ıbrahim Mustafa, Kahire, 1975, XX, 26; Zehebi, Tarihu’ı-jslam, IV, 288; Nevevi, 1:2/59; İbn Hazm elEndelüsi,18.
18. İbn Hacer el-Askahlni, Telızibü’t-Tehzib, VIII, 362.
19. Taberi, IV, 455; İbnü’I-Esır, el-Kamil/i’t-Turih, III, 222; Nüveyrı, XX, 42.
20. Abdülhalik Bakır, Hz. Ali Dönemi, Ankara, 1991.58.
21. Taberi, V, 92, 132, 155, 172; İbnü’l-Esır, el~Kamil /i’t-Tarih, III, 350, 374, 378,
398; BelazOri, Ens/ibu’l-Eşraj, III, 65; Halife b. Hayyat, Tarih, Beyrut, 1993, 152;
Ya’kObi, Tarih, Beyrut, 1992, II, 179; EI.Kurtubi el.Maliki, III, 363 vd.
22. Hacc SOresi, 25.
23. Ömer en-Nesefi, 53 i.KUSEM B. ABBAS 569
Kusem b. Abbas’ın hac emirliği yapıpyapmadığı veya yaptıysa
bunun hangi yıllarda gerçekleştiği konusu ile ilgili bilgiler kaynaklarımızda bir hayli karışık vaziyettedir. Muhammed b. Habib, Kusem’in 38/659
yılında hac emirliği yaptığı hakkında zayıf kabul ettiği sadece bir rivayet
nakletmektedir24
• Bu durumda ona göre, sözkonusu yılda dahi Kusem’in
hac ernirliği yapmış olma ihtimali. zayıftır. Ya’kObi ise, Kusem b.
Abbas’ın 37/658 yılında hac emirliği yaptığını, 38/659 yılında ise bu gö-
revi Ubeydul1ah b. Abbas ‘ın, yürüttüğünü kaydetmektedir25
• Bunların dı-
şındaki kaynakların önemli kısmı, Kusem’in 38/659 yılında hac ernirliği
26 yaptığını vurgulamaktadır . .
BelazAn’ye gelince o, Kusem’in Hz. AU tarafından 39/660 yılında
hac emirliğine tayin edildiğini nakletmektedir27
• Fakat onun naklettiği bu
rivayet, yukarıda kaydettiklerimizden farklı gözükmekte ve Kusem’in
ikinci defa hac emiri olarak atandığı ihtimali ortaya çıkmaktadır.
BelazOn, Kusem’in bu tayinini. Muaviye’nin Yezid b. Şecere erRehavi’yi Şam’dan hac emiri olarak ve kendi adına biat alması için göndermesi ile.ilişkilendirmektedir. Bu rivayete göre Kusem, Mekke’de hac
için biraraya toplanmış olan halkı Muaviye’ nin gönderdiği Yezid’ e karşı
mücadeleye davet etmiştir. Halkın bu davete iltifat etmediğini gören
Kusem, hac emirliğinden çekilip yalnız başına ibadetini yapmıştır. Halk
ise, Kusem’in yerine Şeybe b. Osman b. Talha el-Abderi’yi seçerek ibadetini tamamlamıştır. Belazuri’nin bu rivayeti kendisinden naklettiği
Hişaıri b~el~Kelbi, bu yılki hac emirinin Abbas’ın oğullarından Ubeydullah, Ma’bed veya Temmam olduğunu iddia edenlerin hepsinin yanıldığını
savunmaktadır28
• .
Taben ve İbnü’l-Esir de’ 39/660 yılında29 Muaviye tarafından
Yezid’in Mekke’ye gönderildiğini teyit etmektedir. Fakat bu müellifler,
Kusem b. Abbas ‘ın o yıl hac emiri olduğunu zayıf bir rivayet olarak kaydetmektedir. Hatta İbnü’l-Esit, hac emirliği ile ilişkilendirmeksizin
Mekke’de, Kusem b. Abbas ve Yezid b. Şecere er-Rehavi arasında geçen
olayı detaylı bir biçimde anlatmaktadır. Buna göre Muaviye, taraftarları ndan Yezid b. Şecere’yi yanına çağırarak ona şöyle dedi: “Halka hac emirliği yapman ve Mekke’de benim adıma biat alıp Ali’nin valisini oradan
kovman için seni bu şehre göndermek istiyorum.” Yezid onun bu teklifini
24. Muhammed b. Habib, Kitdbu’l-Muhabber, Beyrut, trz. 17.
25. Ya’kObi, II, 213.
26. Bkz. Halife b. Hayyat, Tarıh, 149; Taberi, V, 132; İbnU’I-Esir, el-Kdmil ji’t-Tdrfh,
III, 374; Mes’Odi, Muracu’z-Zeheb, thko Muhammed Muhyiddin Abdülhamid, Beyrut, trz., IV, 397.
27. BelazOri, Ensdbu ‘l-Eşraf, III, 65.
28. BelazOri, Ensabu’l-Eşraf, III, 65 vd. .
29. Mes’Odi, bu hadiseyi 37 yılında vuku bulmuş gibi nakletmektedir. Bkz. Mes’Odi, IV,
397.570 HASANKURT
kabul etti ve üçbin süvariyle Mekke’ye doğru yola’ çıktı. Bu sırada Hz.
Ali’nin Mekke Valisi Kusem b. Abbas, Muaviye’nin planladığı olayı
haber alıp halka bir konuşma ya~tı. O bu konuşmasında; Şamlıların şehre
doğru yürüyüşe geçtiğini bildirerek, halkı onlara karşı savaşa çağırdı.
Fakat Kusem’in çağrısı karşısında Şeybe b. Osman el-Abderi’nin haricindekiler sessiz kalmayı tercih etti. Bunun üzerine Kusem, şehrin dışında
karargah kurmayı ve vaziyeti Hz. AIi’ye yazılı olarak bildirmeyi düşündü. Zira o, Hz. Ali’nin askeri yardım göndermesi durumunda Şamlılarla
savaşmak niyetindeydi. Fakat EbU Saıd el-Hudri onu Mekke’yi terketme
ve böyle bir yola başvurma kararından vaz geçirdi. Bu arada Şamlılar ter-
, viyeden iki gün önce (6 Zilhicce) şehre girdi; ancak hiç kimse ile mücadeleye girişmedi. çünkü Muaviye’nin komutanı Yezid b. Şecere, onlara
“bizimle savaşmadığınız ve Jartışmaya girmediğiniz sürece emniyet içindesiniz” diyerek güvence veroi. Yezid bu sırada EbO Said el-Hudrl’yi yanına çağırarak onun aracılığıyla, Kusem’den halka imamlık yapmaktan
vazgeçmesini, halktan da kendilerine bir başka imam seçmesini istedi.
Kusem’in onun bu isteğine uyması üzerine, Şeybe b. Osman halka imamlık ve hac emirliği yaptı. Kusem’in gelişmeleri bildirmesi üzerine Hz.
Ali, Zilhicce ayının başında Mckke’ye aralarında Reyyan’b. Damre elHanefi ve Ebu’t-Tufeyl’in de bulunduğu bir askeri birlik sevketmişti.
Fakat hac vazifesi tamamlanınca Yezid şehri terkettiği için, Hz. Ali’nin
gönderdiği birlik Mekke’ de onlarla karşllaşamadl30
• ,
Kusem b. Abbas’ın Yezid b. Şecere ile arasında böyle bir olayın geç-
mesi için ayrıca hac emiri olmasına gerek yoktur; çünkü o, zaten Hz. Ali
tarafından tayin edilmiş olan Mekke valisidir. Yani onun Muaviye tanifından biat almak ve hac emirliği yapmak maksadıyla gönderilen Yezid’e
bu denli sert tepki göstermesi için Mekke valisi olması yeterlidir. Sonuç
itibariyle BelazOrl’nin ravısi Hişam b. el-Kelbl’nin hac emiri konusunda
yanıımış olabileceği kanaatine varabiliriz. Ancak İbnü ‘I-Esır’in geniş olarak anlattığı rivayette-bir eksiklik sözkonusu değilse- hac emirliği elinden alınan kişinin,tepkisinin, hatta kimliğinin bile belirtilmemesi, dahası
hac emiri ve imarnın aynı kişi olduğu gibi bir ihtimalin bulunması, Hişam
b. el-Kelbl’nin iddiasını teyit eder mahiyettedir. Bu nedenle 39/660 yılında hac emirliği yapan kişinin Kusem olabileceği ihtimali kuvvet kazanmaktadır.
Ya’kObı, Hz. AIi’nin katili Haricı Abdurrahman b. Mülcem’i yakalayan kişinin Kusem b. Abbas olduğunu mikletmektedir3′
. Fakat Mes’Odı ve
Nüveyri katilin yakalanmasından bahsederken Kusem’in adından hiç söz
etmemektedir. Onun rivayetine göre, Hemedanh birisi İbn Mülcem’in
30. Taben, V, 136; İbnü’I-Esir, el-Kiimilji’ı-Tii,ıh, III, 377 ydd.
31. Ya’kabi, II, ııı.
\KUSEM B. ABBAS 571
ayağına vurup onu tökezletmiş, Mugire b. Hakem b. Haris b. Nevfeeı
ise
suratına bir tokat atıp onu yere yıkmışve Hz. Hasan’a götürmüştür33

Kusem b. Abbas’ın, bu dönemde Mekke valisi ola,rak görev yapması nedeniyle, KOfe’de vuku bulan bu olaya şahit olma ihtimali oldukça zayıftır.
3. Maveraünnehr SeferineKatılması ve Ölümü
Muaviye döneminde ise Kusem, 56/676 yılında Said b. Osman kumandasındaki bir ordu ile Maveraünnehr’e yapılan sefere katılmıştır34

Emevi yönetimi ile arası iyi olmadığı için bu seferde ancak bir asker olarak yer alabilmiştir. Çünkü o, tiilafet mücadelesinde Muaviye’nin karşı-
sında Hz. Ali’nin tarafını tutmuş, hatta onun valisi olarak Mekke’de’
görev yapmıştı. Said b. Osman, Emevilerden olmakla birlikte, ordusu
içinde yer alan Kusem’e son derece izzet ve ikramdab,ulunup onu yanından ayırmamıştır35.
Son derece mütevazi ve hakkına nza gösteren bir insan olan Kusem,
Hz. Peygamber (s.a.s.)’eyakınlığı nedeniyle kendisini diğer insanlardan
ayncalıklı görmemiştir. Nitekim bir rivayete göre; Said b. Osman ona
“elde edilen ganimetierden size bin pay mı verilecek?” diye sorunca,
“hayır beş pay” şeklinde karşılık vermiştir. Arkasından da “önce diğer insanların hisselerini verin, daha sonra benimkini düşünürüz” demiştir36

Böylece o, kanaatkarlığını ve olgunluğunu gayet net bir biçimde ortaya
koymuştur.
Yukandaki bilgiyi Narşah! sayılar bakımından farklı nakletmektedir.
Ona göre, Said Buhara’ya varınca Kusem’e izzet ve ikramda bulundu,
sonra da “herkese birer pay, size ise bin pay vereceğim” dedi. Bunun üzerine o, “şeriatta olduğu gibi, herkese ne kadarsa, bana da o kadar” şeklinde ikazda bulundu37
• BelazArI’ye göre ise, Said’in “sana yüz veya bin
pay vereyim” teklifine Kusem, “bir hisse bana, bir (veya iki) hisse de
atıma ver” şeklinde karşılık vermiştir38
• Rivayetler farklı da olsa, onun ne
denli peygamber ahlakı ile ahlaklandığı ve çevresindeki insanlardan kendisini farklı değerlendirmediği açıkça görülmektedir.
32. Mes’Odi, sözkonusu ismi Mugire b. Nevfel olarak kaydetmektedir. Bkz, Mes’Odi, II,
424.
33. Mes’Odi, II, 424; Nüveyn, XX, 209 vd.
34. Zehebi, Siyer-i A ‘/{jmi’n-Nübeld, III, 441; Ya’kObi, II, 237.
35. Ömer en-Nesefi, 529. .
36. Zehebi, Tar/hu ‘ı-Islam, IV, 288.
37. Narşahi, Tar/hu Buhara, thko Emin Abdülmecid Bedevi” Nasrullah Mübeşşir etTıı’azi, Mısır, trz, 64 vd.
38. BelazOn, Fütuhu’l-Bu/dan, tre. Mustafa Fayda, Ankara, 1987,599; Ensabu’l-Eşral,
thkoAbdiilaziz ed-DOri, Mısır, 1978, III, 66.572 HASANKURT
Bu güzide şahsın öldüğü yer ve zaman konusunda kaynaklar muhtelif bilgiler vermektedir. Bu bağlamda Muhammed b. İsmail el-Buhari’nin
et-Tarfhu’s-Sağfr adlı eserinin bir yerinde, Kusem b. Abbas’ın 37/657 yı-
lında Büsr b. Ebi Ertat tarafından Yemen’de öldürüldüğü belirtilmektedir.
Fakat aynı eserin bir başka yerinde, Muaviye döneminde (41-60/661-680)
Semerkand’da öldüğü kaydedilmektedir39
• Aşağıda görüleceği gibi diğer
kaynaklarda yer alan bilgilerden ve kendi içinde düştüğü çelişkiden Büsr
tarafından öldürülmesi ile ilgili bilginin bir istinsah hatası olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim bu eserin tahkikini yapan Mahmud ~rahim Zayid dipnotta Büsr b. Ebi Ertat tarafından Yemen’de öldürülen kimsenin Ubeydullah b. Abbas’ın oğlu Kusem olduğunu belirtmektedir40
• Nitekim
Tabeli de bu olayı 40/660 yılı hadiseleri içinde kaydetmekte ve Büsr’ün
öldürdüğü çocuğun Ubeydullah’ın oğlu Kusem olduğunu nakletmekted
.41
ır.
Bir kısım kaynaklar Buhara’nın fethini müteakip Kusem’in Said b.
Osman’dan ayrılarak Merv’e döndüğünü ve orada öldüğünü belirtmekte;
onun na’şının EbOHurma mahallesinde bulunan mezarlığa defnedildiğini
söylemektedir. Diğer bir kısmı ise Said’le beraber sefere devam edip 57/
677 yılında Semerkand’da veya buranın fethinden sonra Usruşana’ya
doğru ilerlerken Sirkes denilen yerde şehid düştüğünü kaydetmektedir42

İşin zor tarafı bu rivayetlerin her iki grubu da önemli isimler tarafından rivayet edilmektedir. Bu nedenle onlar arasından birini tercih etmek olduk-
ça zor görünmektedir. Rivayete göre, bunlardan HamdOye b. el-Hauab,
SelmOye EbO Salih, Yahya b. Main, Abdullah b. el-Mübarek, Abdülaziz
b. Ebi Rezme, Ahmed b. Said b. Ma’dan onun Merv’de öldüğü ve burada
defnedildiği kanaatindedir. Salih b. Muhammed el-Bağdadi, EbO Reca,
Muhammed b. İsmail el_Buhari43
, Ahmed b. Seyyar, Muhammed b.
Eslem el-Kadi, Muhammed b. Abdurrahman ed-DeğOli, EbO İbrahim elBab Kissi ve Mus’ab b. Abdullah ise onun Semerkand’da şehit edildiği
ve burada toprağa verildiği görüşündedir: Hatta kardeşi Abdullah’ın
“doğduğu yerle öldüğü yer birbirinden ne kadar uzak! Mekke’de doğdu,
39. Bkz. Buhari, et-Tdrihu’s-Sağır, thko Mahmud İbrahim ZAyid, Kabire, 1976, I, 86,
142.
40. Bkz. Buhari, et-Tarihu’s-Sağır, I, 86, not. ı.
41. Taberi, V, 140. .
42. Mus’ab b. Abdullah ez-ZUbeyri, 27; Buhari, et-Tdrıhu’l-Kebır, VII, 194; Muhammed b. Habib, 107; İbn Kuteybe, 122; İbnu’l-İmad, I, 61; İbn Hibb1in, Kitabu
Meşahıri Ulemili’l-Emsar. Wiesbaden, 1959,9 vd., 61; Nevevi, 1:2159; İbn Hacer
el-AskaHini, el-lsabeji Temy1zi’s-Sahdbe, ın, 218 vd., Tehzibü’t-Tehzıb, vın, 362;
Narşahi, 65; BelazOri, Fütahu’I-BuUMn. 599; Ensdbu’l-Eşrdf, .lll, 66; Ömer enNesefi, 529; İbn Sa’ d, IV, 6; Halife b. Hayyat, Kitabu’t-Tabakat. 404; İbn Hazm elEndelüsi, 18; İbnü’l-Esir, el-Kdmilfi’t-Tarıh, lll, 512; İbn Hibb1in, Kitabu’s-Sikat.
Haydarabad, trz., lll, 337; Zehebi, Siyer-i A ‘Mmi’n-Nübeld, lll, 442.
43. Buhari, bu ironuyla ilgili rivayet i J~ “deniliyor” ifadesiyle nakletmektedir.
Bkz. Blihari, et-Tarıhu’s-Sağır, 1,142.KUSEM B. ABBAS 573
fakat Semerkand’da öldü.” diyerek onun haline üzüldilğü rivayet edilmektedir. Yine tefsir müeıı~fi EbO Salih’in: “biz hiç bir ananın çocukları-
nın kabirlerini, Abbas’ın Ommü’l-Fadl’dan olan çocuklarının kabirleri
kadar birbirinden uzak görmedik. Fadl Şam’da, Abdullah Tdifde, Ubeydullah Medme’de, Kusem Semerkand’da, Ma’bed ise Afrika’da öldü.” dediği belirtilmektedir 44 •
Kusem’in .mezarının Semerkand’da bulunduğu kanaatine sahip olanlardan biri deJbn Battita’dır. O kendi döneminde (1304-1369) mezarın
bulunduğu yerden, özelliklerinden ve çevresinde yapılan törenlerden bahsetmektedir. Buna göre, Kusem b. Abbas’ın kabri Semerkand’ın girişindedir. Bu zat, şehrin alınışı sırasında şehit olmuştur. Şehir halkı her pazartesi ve Cuma gecesi onun kabrini ziyaret eder. Tatarlar da burayı ziyarete
gelerek öküz, koyun ve para gibi adaklarda bulunur. Bu adakların hepsi
gelen gidene ve orada bulunan zaviye ile kabrin bakıcılarının ihtiyaçları-
na harcanır.
İbn Battim’nın tasvirine göre, kabrin üstünde ‘dört ayaklı bir kubbe
bulunur. Her ayak iki mermer sütun üzerine oturtulmuş olup, bu sütunlann kimi yeşil, kimi siyah, kimi beyaz, kimisi de kırmızıdır. Kubbenin içi
altın yaldızlı mermerlerle süslenmiştir. çatısı ise kurşunla kaplanmıştır.
Kabrin üzerinde murassa ve köşeleri gümüşle kaplı abanos tahtalar bulunmakta; baş tarafında ise, gümüşten yapılmış üç kandil asılmaktadır. Türbenin içi yün ve pamuk sergilerle döşenmiştir. Civarda akan büyük bir su,
türbenin yanındaki zaviyenin içinden geçer. Suyun her iki yanı ağaçlarla
kaplıdır. Zaviyede dervişlerden başka misafirler de kalır. Tatarlar müslü-
man olmadan önce de bu kutsal yere asla dokunmamış, bilakis gördükleri
bazı alametlerden dolayı ondan manevi bir destek beklemiştir 4S.
Babür devrinde (933-937/1526- 1530) de, Ahenın kapısının dışarısında olan bu kabire hürmet devam etmiş ve “Mezarşah” (Şah’ın mezarı) adı
verilmiştir 46. Barthold, buranın İslam öncesi devirlerde yerli halk tarafından kutsal sayılan birisinin kabri iken, daha sonra Kusem’e nispet edilmiş
olabileceği ihtimali üzerinde de durmaktadır47
• Yukarıdaki rivayetlerden
onun mezarının Semerkand’da olduğuna işaret edenler doğru değilse,
Barthold’un sözünün doğruluk ihtimali kuvvet kazanmaktadır. Ancak elimizdeki bilgiler bunu sonuçlandırmak için yeterli değildir. Fakat Merv’de
bulunduğu ile ilgili rivayetler Semerkand’da olduğu ile ilgili olanlar
kadar tefeerruatlı değildir. Bu durum Semerkand hakkındaki rivayetin de-
ğerini biraz daha artırmaktadır.
44. Muhammed b. Habib, 107; Ömer en-Nesefi, 528; İbn Sa’d, IV, 6.
45. İbn Bataıa, ıbn Batuta Seyahatnamesi. Üçdal neşriyat. İstanbul, 1983, I, 268.
46. Babur, Babur,wme, haz. Reşid Rahmeti Arat, Ankara, 1985,69.
47. Barthold, Mogol Isti/asına Kadar Türkistan, haz. Hakkı Dursun Yıldız, Ankara,
1990.96.
•574 HASANKURT

İbn BatOm tarafından belirtildiği gibi,’ 57/677’de ölen Hz. Muham-,
med (s.a.s.)’in amca oğlu Kusem (r.a.Yin 1350’lerde bile yöre halkından
yakın ilgi gprmesi dikkate şayandır. Barthold’a göre, onun mezan Abbasi
soyundan gelen akrabalarının hükümdarlığı devrinde, muhtemelen onlann da desteğiyle İslamı bir kült merkezi haline gelmiştir 48. Fakat böyle bir
destek olsa bile, Kusem’e karşı gösterilen bu sevgi ve saygının
Abbasllerin dayatmasıyla gerçekleştiğini sanmıyoruz. çünkü sevgi bir
gönül işidir; dayatmalarla ayakta duramaz. Hz. Muhammed (s.a.s.)’in yakını olması ve kısa süren, üstelik savaş şartlarında gerçekleşen Semerkand-Bl;lhara çevresindeki halkla birlikteliği, onların gönlünde taht kurması için yeterli olmuştur. Hatta bu durum asırlarca tazelik ve canlılığını
korumuş ve günümüze kadar sürmüştür. Onun bu başansının peygamber
ahlakıyla ahlaklanmış olmasından kaynaklandığı inkar edilemez bir ger-
çektir. Bu hal maneviyatın maddiyata nasıl hükmettiğinin apaçık bir göstergesidir .
Kusem’e gösterilen ilgi ve sevgi, halkJn dini bilgisinin seviyesine paralel olarak zamanla onun hakkında çeşitli efsanelerin ortaya çıkmasına
yol açmıştır. Bu bağlamda halk arasında Şah-zinde (yaşayan şah) olarak
bilinen Kusem’in öldürülmediğine ve kafirlerin elinden kaçıp, mucizevi ,
bir şekilde önünde açılan bir kayaya girdiğine, arkasından da kayanın kapandığına inanılmıştır. Günümüzde olduğu gibi, daha V.IXII. asırda bazı
önemli kişiler Kusem’in türbesi yanına defnedilmiş; burada bir de onun
adımtaşıyan bir medrese yapılmıştır49

4. Kültürel ve Ahlilk; Şahsiyeti
Kusem b. Abbas’ın, son zamanlarında da olsa Hz. Muhammed
(s.a.s.)’in devrinde yaşamış ve sahabenin ileri gelenleriyle sohbet etmiş,
onlardan hadis dinlemiş bir şahsiyet olduğunda şüphe yoktur. Fakat haya~
tının büyük bölümünü ileri gelen sahabenin yatağı -olan Mekke’ de geçirdiği için adı,pek fazla ilmi literatüre girmemi~tir. Etrafında pekçok tanınmış şahsiyetin yer alması onun varlık göstermesine engelolmuştur.
Kusem’in hocalan arasında babasının, Talha’nın ve ağabeyi Fadl’ın
adlannı sayabiliriz. Hani b. Hani, Abdülmelik b. Muhammed b. Amr b.
Hazm ve EbOİshak es-Sebii ise onun öğrencilerindendir50

Kusem, Rası11üllah (s.a.s.)’den az da olsa bazı hadisler nakletmiştir.
Bunlardan ikisi şöyledir: Nebi (s.a.s.) Ca’fer b. Ebi Tiilib’e şöyle dedi:
48. Barthold.96.
49. Barthold, 96. .
50. İbn Ebi Hatim, Kitabu’l-Cerh ve’t-Ta’dfl, Beyrut, 1952, VII, 145; İbn Hacer elAskalani, Tehzibü:t-Tehzib, VILI. 362; Zehebi, Siyer-i A ‘ldmi’n-Nübeld, III, 440 .KUSEM B.ABBAS 575
– Allah beni peygamber olarak göndermeden (bi’set) önce sahip olduğun dört özellikten dolayı sana teşekkür ettiğini bana vahyetti. Bunlar
nedir?
– Ya RasOlallah! anam babam sana feda olsun. Allah sana benim
hakkımda bunları bildirmeseydi, haberdar olamazdım. Ben herhangi bir
fayda ya da zararlarını görmediği m için putiara tapmaktan hoşlanmazdım.
Aklıma zarar vereceğinden içki içmeyi sevrnezdim. çünkü bana aklımı
güçlendirmek, ona zarar vermekten daha güzel gelmiştir. Bana yapılması-
nı istemediğim için zinadan nefret ederdİm. Seviyesizce birdavranış biçimi olarak gördüğüm için yalan konuşmayı sevrnezdim.
Kusem, Rası1lullah (s.a.s.)’dan yine şöyle bir hadis rivayet etmektedir: “Fazilet ve iyiliği Allah’ın kullarından merhametlilerde arayın ki, onların himayesi altınğa yaşayabilesiniz.”sı Kusem’in rivayet ettiği hadislerden hiçbiri Küfübü Sitte içinde yer almamıştırs2
.
Kusem b. Abbas’ın siyasi yönden fazla etkin olamayışının arkasında
da bazı nedenler yatmaktadır. Bunlardan biri Kusem’in, Hz: Muhammed
(s.a.s.) ve ilk üç halife döneminde çocukluk ve gençlik yıllarını yaşamış
olmasıdır. 0, Hz. Ali’nin hilafet yıllarında ancak valilik görevİ alabilmiş,
fakat bu dönemde de karışıklık ve isyanlar dolayısıyla kendini ispatlayabilme fırsatı bulamamıştır. Çünkü Mekke gibi siyasi mücadelenin dışında
tutulan bir yerde valilik yapmıştır. Nitekim Hz. Aişe, Talha b. Ubeydullah, Zübeyr b. Avvam gibi siyasi mücadeleye katılmak isteyenler Harem
hudutları içinde yer alan Mekke’nin dışına çıkmıştır. Muaviye’nin hilafet
yıllarında ‘ise, kendisi Hz. Ali’nin taraftarlarından olduğu için görev alamamıştır. Bu dönemde Said b. Osman’ın ordusunda sadece bir nefer olarak bulunabiimiştir. Fakat buna rağmen yüksek ahlili ve Hz. Muhammed
(s.a.s.)’e yakınlığı nedeniyle Orta Asya halkı tarafından kendisine büyük
değer ve itibar gösterilmiştir. Nebi (s.a.s.)’e çok benzeyenler arasında
kaydedilen Kusem’in, son derece vera sahibi ve faziletli bir insan olduğu
hususunda kaynaklar ittifak etmiştirs3
. Rivayete göre, o güzel koku sürünmeyi çok sever, hatta insanlar evinden mescide giderken yayılan kokudan
onun geçtiğini anlarlardıs4
• Kusem’in şahsiyet ve karakterini Ömer enNesefi’nin ondan naklettiği şu sözler de ortaya koymaktadır:
51. Ömer en-Nesefi, 530.
52. Zehebi, Siyer-i A ‘idmi’n-Nübela, 111,441. L
53. Vakıdi, Kitabu’l-Meğazf; thko Marsden Johns, Beyrut, 1989, 11, 704; BelazOn,
Ensabu’I-EşraJ, 1,539; Muhammed b. Habib, 46; Ya’kObi, 11,117;Zehebi, Tarfhu’lIslam, IV, 288, Nevevi, 1:2/59; İbn Kesir, el-Bidaye ve’n-NiMye, Kabire, 1933,
VI11,85.
54. İbn Sa’d, IV, 17;BelazAri,Ensabu’I-EşrdJ, III, 65; Zehebi, Tarmu’l-lslam, II, 438.576 HASANKURT
“Mükafatını veremeyeceHimhiç;bir kimse düşünemiyorum. Ancak
evinden çıkıp pekçok engeli E;şarakbana ulaşan ve bana ihtiyacını. arzeden ya da meclisime katılan kimsenin rnükafatını vermeye gücüm yetmez.”
Kusem’ in yine arkadaşlık anlayışını yansıtan aşağıdaki iki beyiilik
şiiri söylediği nakledilmektedi r.
41,., .,ra..ıJ i 4J c.~ rJ ..,>oJ\.:J i:.,..
L..:,’)’ ..:J~ jj; ,).J-Ai .:.4Lc.
~…..ı….:.ii ô.~i .:ıl,!.:ıJ1 ..:J~i
.~.:ıl,!.:ıJ4..:J~i~J
“Senin dostun başına bir sıkıntı gelince ona üzülen kimsedir. Yoksa
senin dostun işlerin ters gittiğinğe seni sürekli kınayan kişi değildir.”
Kusem’in cömertliğini ortaya koyabilmek içinÖmer en-Nesefi şöyle
bir olay nakletmektedir: Hişam b. !sam el-Kilabi anlatıyor: “Sık sık
Kusem b. Abbas b. Abdülmuttalib’in yc:.nınagider ona bazı şiirler okurdum. Yine bir gün onun yanı,ıa gittiğimde, üzerinde yüz dinar değerinde
olduğunu tahmin ettiğim işlemeli bir kaftan gördüm. Hemen antreye çekilip dört beyidik bir şiir yazdıın ve yanına girip kekleyerek konuşmaya
başladım. Bunun üzerine aranıızda şÖYlt~biı konuşma geçti:
– Neden kekeliyorsun?
– Dün gece bir rüya gördüm; kafara onunla meşgul.
Kusem, gördüğümrüyayı merak etmeye başlayınca ona aşağıdaki şiirimi okumaya başladım:
t.c ‘.).ı .y-jA.lI ;;.. ı.F’W;
t.c L…Ji~ ..?~ Jli.:ı
t.c ~ .rA..ıJ ius: ;;.. ,.,
t.c~1 ,.,~I..:JJ Jl:H
rL:J.I ~ ~ 4i ~i.)
~ı- ~ ..:Jlj ..:J~
.ı.:J i….i….J.a ~ı.ii . .
‘! _””………….. ı..J-“
‘” oai ‘)’J __ ii Jü ,.,
~ . ~~.
. Rüyamda EbOCa’fer’in, yüksek makamdan bana bir kaftan giydirdi-
ğini gördüm. Hemen arkadaşımdan bu rüyayı tabir etmesini istedim. O da
devrin kendisinden faydalandığı çok cömert bir Haşimi tarafından pek ya-KUSEM B. ABBAS 577
kında bana birkaftanın verileceğini söyledi. Arkadaşım, bu Haşimi’nin
cömertliğe ‘bana karşı gelme’ dediğinde, ondan ‘baş üstüne’ cevabını alan
kimse olduğunu belirtti.”
Hişam b. İsam sözüne devam ederek şöyle demektedir: “Kusem, şüri
okurken kaftanının yenine işaret ettiğimi görünce, onu bana verdi. Bir de
ne göreyim alttan elli dinar değerinde bir de entarl çıktı. Ona:
– Allah bana, senin yoksulluğunu göstermesin; rüyada entarl de
vardı, fakat ben unuttum.
Kusem bunun üzerine yerlere yatacak şekilde kahkaha attı. Hizmet-
çisine iki,tane adi aba getirtip onları giydi ve kaftanla birlikte entarlyi de
bana verdi. Tekrar ona:
– Allah bana, seninyoksulluğunu göstermesin; rüyayı tabirin, verdi-
\ ğin mükafatlardan daha hoştur.
– Ne demek bu?
– Her ne zaman bir rüya görsem, kalkıp sana tabir ettireceğim.
– Sübhanallah geceleyin rüya görüyorsun, sabahleyin kalkıp beni soyuyorsun; böyle yaparsan, ne Şam ne de Irak’ın dokumacıları sana elbise
yetiştirebilir. Fakat sen illliki bu rüyayı göreceksen, onu bir yazın bir de
kışın gör. Kaldı ki, sen görmezsen bile, biz senin için senede iki defa bu
rüyayı görebiliriz.””
Kusem yine bir başka sözünde şöyle demektedir: “Cömert, kendisinden birşey istendiği zaman büyüklük yaparak ônu veren ve şahsiyetini ortaya koyan kimseden daha üstün olduğunu bilen kimSedir.”s6
Hz. Muhammed (s.a.s.)’in amcasının oğlu Kusem b. Abbas hakkında
olduğu tartışmalı olan bir şiir daha bulunmaktadır. Mus’ab b. Abdullah
ez-Zübeyn ve Belazarı bu şiirde sözü edilen kişinin Kusem b. Abbas b.
Ubeydullah b. Abbas b. Abdülmuttalib; yani üzerinde durduğumuz
Kusem’in kardeşi Ubeydullah’ıntorunu olduğunu savunmaktadır.
Belazun, onun Halife el-Mansur döneminde (136-158/754-775) Yemame
Valisi olduğunu belirtmektedir. Fakat el-Kurtubı el-M!Uikı, el-Müberred
tarafından da kaydedilen bu şiirin Kusem b.Abbas b. Abdülmuttalib;
yani Hz. Muhammed (s.a.s.)’in amcasının oğlu olduğunu kaydetmektedir.
Bazı kelimelerin muradifleri kullanılmış olmakla birlikte, her üç kaynakta
da yer alan şiir aynı muhtevaya sahiptir. Kusem b. Abbas’ın cömertliği
konu edilen bir şiir şöyledir:
55. Ömer en-Nesefi. 53 ivd.
56. Belazur!. Ensiibu’1-Eıraf.1II.66.578
~. . – . – ., -L:. L.
r— ~ ~~ 4,).'” _
r.ıaJI ..:.ıL.” ~t L:J ,,~~
~ ~ . ‘.11 .. .
~ ~..)””””‘ ~J)~
.~. ~ ..,el:..LIJ ~LU
HASANKURT
4.hJ ~,,~ ~ ..:.ı~
i~ 4.:’.”iil: ~!d:a!
“”Ey deve! beni Kusem’E: yaklaştınrsan, durup kalkmaktan (dönüp
dolaşmaktan) kurtulursun. Yann beni ona ulaştınrsan, bolluk içinde
yaşar; kıtlıktan kurtuluruz. Çünkü o nur yüzlü yiğit burunlu eli bol bir kii
şidir. O ‘oj’ yı (hayır)’ı bilmez, sade:ce’ ‘~’ yı (kesinlikle evet)’i
bilir, fakat onu da kullanmaz; yerine ‘:..Lı’ (evet) der.,,57
i .
Yine Kusem b. Abbas’a ait oldu~;u konusunda ihtilafa düşülen ve
onun cömertliğini konu alan bir başkaşiir ise şudur:
r~I”~IJu~~II”
~~ ..:.ı1~1 ~ ~ .!J,,~~
~’u..J ~~.’ •.••,;-L’ ,!lJi LA
L’:”JL…:.” ‘-:”‘,,~ ~ tJL…:. rS
“Mekke yöresi onun, üzerinde dola:jtığını bilir. Beytullah, harem bölgesi ve çevresi de onu ta~lr.
Nice sıkıntıya düşmü.~ertek ye kadın sana ‘Hayır babası ey Kusem’
diye çağınr.” J
EI-Kurtubi bu şiirin ilk b(~ytininKusem b. Abbas hakkinda söylendi-
ği hususunda ihtilaf bulunduğunu belirtmektedir. Ona göre, bu beyit ikincisi ile aruz ve kafiye yönünden uyuşluitu için Kusem b. Abbas hakkında
dil
. . S8
zanne mıştır.
Her iki şiir de Kusıem’in cömeıtliğini vurgulamak için söylenmiş
olup, yukarıdaki bilgilere ters düşmeme:ktedir. Sözkonusu şiirler Kusem’e
ait değilse bile, bütün bu rivCl.yelleronun cömert bir kişiliğe sahip bulun- ‘
duğunu anlamamız için yeterlidir. ‘
57. Bkz. Mus’ab b. Abduııah ez-Zi.ibeYr!. 33~ BellizOri, Ensdbu ‘I-Eşraf, m, 60 vd.; elKurtubı el-MaIiki, ILI. 264 “d.; el-Mi.ibcrred. el-Kamil, thko ve tık. Muhammed
Ahmed ed-Dalı. Beynıt. 1993,773. ‘
58. el-Kurtubı el-Maliki, III, 265 vd.KUSEM B. ABBAS 579
Sonuç itibariyle yaklaşık olarak 53 ‘yaşında vefat eden Kusem b.
Abbas, büyük siyasi karışıklıkların cereyan ettiği bir dönemde ‘yaşamıştır .
.Hz. Peygamber (s.a.s.)’in amcasının oğlu olmasına ve valilik gibi birtakım önemli görevlerde bulunmasına rağmen, siyasi sahada kendini yeterince ispatlabilecek bir zemin bulamamıştır. Yine Kusem’in Hz. Peygamber (s.a.s.)’in sağlığında daha çok küçük bir çocuk olması ondan hadis
rivayetinde bulunmasını zorlaştırmıştır. Aynca onun valilik yapması ve
cihad merakı Hz. Peygamber (s.a.s.) ile uzun süre birli~.te bulunan diğer
sahabilerden hadis dinleyip’ nakletmesini engellemiştir. Oyle ki, Muaviye
ile arasının açık olması, Kusem’in cihad merakının önüne geçememiş ve
onun ordusunda sıradan bir nefer olarak Maveraünnehr seferine katılabilmiştir. Fakat onun sahip olduğu güzel ahlak ve Hz. Peygamber (s.a.s.)’e
yakınlığı şöhretinin günümüze kadar ulaşmasına yetmiştir. Onun türbesi
Orta Asya Türklerinin bir ziyaret merkezi olmuştur. Onların gözünde
Kusem b. Abbas efsanevi bir şahsiyete dönüşmüştür.


BAŞKA KAHRAMAN TAZEOĞLU





Heyecan yüklü bir bulutun yüreğinize inişini izlersiniz önce… Sonra o bulutun size aşık olan insanın verdiği huzurun yansıması olduğunu anlarsınız. Evet! Biri size aşıktır. Sizi seviyordur. Bakışlarında kendinizi görebiliyorsunuzdur. Kaldırımda daha dik yürüyorsunuzdur artık… akşamlar daha erken geliyordur mesela… sabahlar daha geç…Sevilmek ve aşık olunmak gücünüze güç katmaya başlamıştır size enerji veriyordur. Hep arasın istersiniz. Arar. Hep kıskansın istersiniz. Kıskanır. “seni seviyorum” diye biten mesajlarıyla doludur cep telefonunuzun hafızası. Adı her aklınıza geldiğinde kalbiniz hızlı hızlı atmaya başlar. Başkalarının gözüne uzun uzun bakmayı bile ona ihanet zannetmeye başlarsınız. Böyle geçip gider günler.Sonra onu daha az düşünmeye hayatınızı dolduran uğraşların içine daha çok girmeye başlarsınız. Günlük yaşantınız içindeki meşguliyetler aşkın biraz daha beri yanına iter sizi. Ama siz bunun farkında değilsinizdir. “neden aramıyorsun”lar “sonra arar mısın”lara “seni seviyorum”lu mesajlara yanıtınız “s.s” lere dönüşür. 
Hayatın hayhuyu içinde kaçırıverirsiniz size aşık olan kişinin aslında ne kadar kıymetli bir yar olduğunu.Uzun zaman direnir aşığınız. 
Ama hayatın hep arka fonunda kalmak bir gün onu da yorar. Geldiği gibi sessizce çekilir ve gider hayatınızdan… yer değiştirmiş olan alışkanlıklarınız hemen hissetmez yokluğunu. Zamanla ağırlaşırzamanla koymaya başlar eksikliği. Sonra “aman Allan’ım ben ne yaptım”lar pelesenk olur dilinize. 
Ama “o” artık elinizi uzattığınız yerde değildir.Ya ağır yaralarla yada hafif kanamalarla geçirirsiniz bu süreci. Zaman alır ve ötelere sürükler sizi. 
Bir zamanlar anlamadan yaşadığınız aşk acısını çok sonra sizi bir istimlak gibi kuşatarak yaşatır. Ama o artık yoktur. 
Belki de bir zamanlar sizin kıymetini bilmediğiniz o aşkı şimdi başkalarına sunuyordur. Kim bilir…Herkes kendi yolunda yürür… 
ve bilirsiniz ki her “aşk yitiğine” yeni bir yol vardır nasılsa. Mühim olan o yeni yollarda eski aşkların tecrübesiyle nasıl yürüdüğünüzdür.
Hayat devam edecek. Her şey unutulmaya yüz tutacak. Belki çok daha yakışıklılarını çok daha güzellerini seveceksiniz.
 Ama… ama hiçbir zaman aşka o kadar saf teslim olamayacaksınız.Başka omuzlarda hep o giden için ağlayacak 
başka şehirlerde başka aşkların peşinde koşacaksınız. Yine seveceksiniz yine sevileceksiniz. Fakat her şeyde bir eksikle… 
kimse sizi onun gibi sevmeyecektir… her gelen eksik gelecek her giden size o’nu getirecektir.Meğer ne kadar da zormuş değerince sevilmek diyeceksiniz. 
Başkalarının size aşk diye sunduğu sevgi kırıntılarını sonsuzluğa uğurlarken bir zamanlar size biad eden sevgilinin kıymetini 
buruk bir pişmanlıkla anlayacaksınız.Tam da böyle bir zamanda o’nun son mesajını hatırlayacaksınız“seni ne kadar çok sevdiğimi biri seni sevince anlayacaksın”

Kahraman TAZEOĞLU

İSLÂM ÂLİMLERİ ANSİKLOPEDİSİ




TÜRKİYE GAZETESİ YAYINLARI
İSLÂM ÂLİMLERİ
ANSİKLOPEDİSİ
İHLAS GAZETECİLİK HOLDİNG A.Ş.
 Adına Sahibi
Dr. Enver Ören

GENEL YAYIN MÜDÜRÜ
İlhan Apak

TERTİP HEYETİ
Doç.Dr. Zeki Çakman
Yard.Doç.Dr. Ramazan Ayvallı
Dr. Ethem Levent
Hasan Yavaş – Muzaffer Turgut – Saim Kökçü
Burhan Kılıç – Hüseyin Ortayatırmacı – Yaşar Taşdemir
Ömer Faruk Yılmaz – Erdoğan Sevim

Hazırlayan : Cavit Durgut
E-Mail       : cavitdurgut@yahoo.com
CİLD’E GÖRE SIRALANMIŞ İSLÂM ÂLİMLERİ ANSİKLOPEDİSİ
01.CİLD (ÖNSÖZ – MUS’AB BİN UMEYR) (Radıyallahü Anhüm)
02.CİLD (MUTARRİF BİN ABDULLAH – SÜFYAN-I SEVRÎ) (Radıyallahü Anhüm)
05.CİLD (Hazırlanıyor…)
06.CİLD (Hazırlanıyor…)
07.CİLD (Hazırlanıyor…)
08.CİLD (Hazırlanıyor…)
09.CİLD (Hazırlanıyor…)
10.CİLD (Hazırlanıyor…)
11.CİLD (Hazırlanıyor…)
12.CİLD (Hazırlanıyor…)
13.CİLD (Hazırlanıyor…)
14.CİLD (Hazırlanıyor…)
15.CİLD (Hazırlanıyor…)
16.CİLD (Hazırlanıyor…)
17.CİLD (Hazırlanıyor…)
18.CİLD (Hazırlanıyor…)
HİCRÎ ASRA GÖRE İSLÂM ÂLİMLERİ ANSİKLOPEDİSİ
HİCRΠ01.ASIR ÂLİMLERİ (ÖNSÖZ – ZEYNEL ÂBİDÎN) (Radıyallahü Anhüm)
HİCRΠ05.ASIR ÂLİMLERİ (Hazırlanıyor…)
HİCRΠ06.ASIR ÂLİMLERİ (Hazırlanıyor…)
HİCRΠ07.ASIR ÂLİMLERİ (Hazırlanıyor…)
HİCRΠ08.ASIR ÂLİMLERİ (Hazırlanıyor…)
HİCRΠ09.ASIR ÂLİMLERİ (Hazırlanıyor…)
HİCRΠ10.ASIR ÂLİMLERİ (Hazırlanıyor…)
HİCRΠ11.ASIR ÂLİMLERİ (Hazırlanıyor…)
HİCRΠ12.ASIR ÂLİMLERİ (Hazırlanıyor…)
HİCRΠ13.ASIR ÂLİMLERİ (Hazırlanıyor…)
ALFABETİK SIRAYA GÖRE İSLÂM ÂLİMLERİ ANSİKLOPEDİSİ


Bir Önceki Sayfaya Gider
Bu Bölümün İndex Sayfasına Gider
Bir Sonraki Sayfaya Gider



ŞÜKREDİYORUM SENDEN KURTULDUĞUM GÜNE




ŞÜKREDİYORUM SENDEN KURTULDUĞUM GÜNE
Sus artık konuşma her şeyin yalan Özlemdir sevdadır hasrettir falanNe varsa maziden o günden kalanHepsini sildimse sebebi sensinKırılan kalbimde yok artık yerinAğlayıp inlese yalan gözlerinAçtığın bu yara bak nasıl derinSaçımı yoldumsa sebebi sensinBir garip yorgunluk çöktü yüzüme Dermansız sızılar indi dizime 
Perdeler kapandı bir bir yüzüme Belamı buldumsa sebebi sensinTarifsiz acılar sancısındayımBu gaddar hayatın pençesindeyimSanki son nefesin öncesindeyim
Ölmeden öldümse sebebi sensinGecenin yalnızlığını yırtan acı bir çığlık Kulaklarımda çınlayan müthiş bir ıslık Sessiz ve derinden gelen bir fırtına 
Duygularım kendini aşmış ummandaki azgın dalgalar Sensizliğin göz yaşlarımın akan damarlarındaki parıltısı Çağlayan pınarların köpüren ırmakların çakıl taş sesleri Derbeder olmuş gönül denen tutamadığım serseri Dinlediğim her aşk sözleri ile dolu duygusal nameleri Terk edilmişliğin hüzününü yaşarken mutluluğumun düşleriİçimdeki dinmek bilmeyen bilemediğim o sevginin dişleri

Yağan yağmur ıslak dudaklar yapışmış saçlar Bir adım ilerde apansız geçen bir hayalin ümit ışığıKaldırımları sarsan demir arabanın o yağız Akdenizli yiğiti

Son Arnavut kaldırımlarından çıkarken yokuş yukarı

Zengin olmanın o dayanılmaz hayali ve ışıldıyan boğaz

Kör etmiş gözlerinin içindeki yanan o ateşi 

Ne kadar yazsam yazamam bitmiyor içimdeki kor fırtına


Beni güzel hatırla
Dizlerimde uyuduğunu düşün Saçını okşadığımı üşüyen ellerini ısıttığımı

Mutlu olduğun anları getir gözünün önüneAnlından öptüğüm dakikaları

Birazdan kapını çalan kişi olabileceğini düşün Şaşırtmayı severim biliyorsun 
Bu da sana son sürprizim olsun Şimdi seninle yaşanan günleri ateşe veriyorum  
Beni güzel hatırla


GİDİYORUM
Ne olacak biliyor musun ? Bu sefer ben değil sen defalarca 
arayacaksın, sen uğraşacaksın kazanmak icin, sen dinlemek isteyeceksin, sen ne olursa olsun yanında olacağım diyeceksin, sen beni sevdiğini söyleyeceksin, sen karşılaşmak icin dualar edeceksin, sen bir şansın daha olacağına inanacaksın, sen beni düşünmekten uyuyamayacaksın, sen beni gördüğünde konuşmak isteyeceksin, sen kıskanacaksın beni herkesten ama benim gibi aşık olduğundan değil hırsından. Ve o hırs, o bana ulaşamama, o engeller seni biraz daha fazla öldürecek, her gün daha çok zarar göreceksin.Ben mi ? Ben defalarca şükredeceğim senden krtulduğum o güne..

GÜL YÜZLÜM,BİR ÖMÜR GÜL BANA..


Gözlerimde bir buğu var, sensizlikten olsa gerek…
Sonbaharı yaşarken yüreğim, aklımda tek bir soru ; 

Ne olacak halimiz?
Çığlık olmuş gidiyorum,nereye gittiğimi bilemeden.

Hadi gel…
Sustur çığlığımı , suskunluğum ol.

Uzunca bir yol ser önüme.
Engeller diz, çamurlar da olsun, ürkmem.
Razıyım bütün siyahlara, razıyım yanımda sen olunca…
Umut koy avuçlarıma ve sonra de ki;
“UMUT; 

SENSİN,UMUT; BİZİZ ASLINDA,UMUT; BİZİM SEVDAMIZ. .
Usulca Ellerini yanağıma koy,

gülmeye hasret kalmış çehreme bir tebessüm dokundur.
Gözlerim karagözlerinde tutuklu kalsın öylece…
Ve yine de ki;
“GÜL YÜZLÜM,BİR ÖMÜR GÜL BANA…”
Utanıpta bakamayınca gözlerine, öyle keskin bakma yine olur mu?
Biliyorum dayanamam ağlarım.Ve biliyorum dayanamaz ağlarsın…
Bakma öyle…

Gözümden akan yaşı avuçlarına al.
Koca bir sevdanın en saf ve en minik kanıtıdır avucunda tuttuğun… 
Unutmayasın yokluğunda ne gözyaşları akıttı bu yorgun gözlerim.
Unutmayasın benim için sevmek beklemekti karşılıksızca… 

Sevmek ağlamaktı gizlice, 
Sevmek; herşeyi bir kenara bırakıp sadece 
Seni düşünmekti… 
Sevmek SEN olmaktı…
Sus… Ağlamayasın… 

Bak yüreğim senin, ömrüm senin, ben seninim…
Bütün siyahlara karşı koca bir beyazla ; 

SEVGİMLE, Eşinim…
Varsın bütün karanlıklar üzerime gelsin…
Varsın engeller bir bir dizilsin…

Razıyım bütün siyahlara, razıyım yanımda sen olunca…

BAŞKA RENKLERLE KANDIRMA…

GÜCÜMÜN KALMADIĞINI


Sana sarıldıktan sonra uyumak istiyordum. 
Çünkü insan güveneceği biri arıyor. 
Bedenlerin bir önemi yok 
benim için istediğim şey ruhun. 
Ellerim kaburga kemiklerine dokunduğunda 
hücrelerini hissetmenin 
nasıl bir şey olacağını merak ettim hep. 
Böyle hayal kurmak biraz zordu ve yorucu. 
Kimsenin beni anlamadığı bir dünyada 
ben sarılacak birini arıyordum sadece. 
Göğüs kafesinden içine girip
kalbinin ritmine ayak uydurmak istiyordum. 
Hem gökyüzünüde izlerdik. 
Biliyor musun her gece yatmadan yıldızları sayıyorum. 
Biraz aklım dağılır 
tüm olumsuzlukları unuturum umuduyla.
 Ama hiç bir gece unutamadım. 
Uyuduğumda siliniyordu hafızamdan her şey. 
Sonra o çok sevdiğim şarkıya denk geliyordum. 
O kadar çok sevmeme rağmen 
neden bana kendimi kötü hissettiriyor anlamış değilim. 
Üstelik ağlayamıyorum bile. 
Garip olan şeyler üstüne daha garip şeyler ekleniyor.
 Ben her gece yıldızları sayıyorum 
sanki onlar bana inat çoğalıyorlar gibiydi.
 Gücümün kalmadığını biliyorlar mıdır? 
Kimse bana inanmazken belki onlar inanır. 
Her neyse ben sadece sarılmak istiyorum. 
Sarıldığım da kötü giden 
her şeyi unutabileceğim biri.


BEN HALA AYNI KABUSTAYIM




Gri bir gece sabahı küfleten bir mayasıdır sonbaharın Yollarımı alın benden Kaldırımdan düşerim Hangi çiçeğe ismini sorsam uzaktan Aklını çalıyor gibidir adamın.  
Griye çalıyordu gece içinin kiri döküldükçe usul usul. Yavaşça akardı bedenimin orta yerinden tutuk günler zamanı durdurarak. 
Tüm sevgim ölüm kokan kokun….Gecelerde susmalı artık. Hülasası; avucumun içinde yarım gecenin bütün laneti. Yerden kalkmaya yetecek gecem yok nasılsa. 
İnce sızı gibi her nefes almadan verişimde sabahtan kalan küf kokusu…

O adamın ayağının altında ezilen kuru yaprakların çıtırtıları gülüş seslerimiz hiç biri yok!  Hatırlıyorum da ara ara niye gülerdik ki?Gri bir gece sen uyuyorsan güzeldir  İki dirhem bir çekirdek  Ve yalnız adamın şerbetidir  Beni kendine çek! Sırf senin yokluğuna sahip çıkmak için sırf senin uykularına ağıt yakarak güzelliğini yaşamak içinsırf seni herkesten alıp tek başına izleyebilmek için bu çaba gecenin… Hem de gri…  Üzgünüm umutsuzluğu bulduğum yerde parçalandı düşlerin. 

Attığım adımları kaç sabahın geçmesiyle eşitledim düne saymadım. Yoruluyorum… Yalnızca içimde büyüyor gece durmadan. Kederli kelimelerin esintisi var Kızıl bir sabahı dört çeken saatler İnce bardaktan süzülüyor gibidir Ya suyun söndürme kuvveti Bir parça kalbe yeter Ya kapıyı gösteren resmidir sevdiğinin Belki buharlaşan rengidir Soğuk güneşlerin. Sabah oluyormuş sözde. Farkında değilsindir burada; güneşi söndüreli çok oldu ya da soğuyup kaybettiğinden rengini öldü sandım güneşin. 

Biraz daha yorulsaydım savrulsaydım diyorum yarım satırlarda bitkinliğimi bitmişliğimi görmemezlikten gelerek…Bak yine geçiyor vaktim tamam. Unutmadan resminde rengini kaybetti sürekli çıkışı göstermeye yüz tuttuğundan.  Siyah bir çizgidir aşkı kalemin Ve romanları yazan çılgınlaraYol verilir Uçurumdan. Düştüğünde uyanırsın. Herşeye inat beyazdı ilk başlarda yollarımıza üstü kapalı fazlasıyla hatalı çizilen kalemin rengi. Bak çok geç kaldım gene. Uyanmam için yol verildi uçurumuma.  

Belirsizlikler kuyusuna azap çekmek için gönderilmiş gibiyim. Gittim atladım. Uyandım mı dersin? Ben halen aynı kabustayım. İki yakamın ucu uçurumsa düşmek gerekirmiş bazen. Her şeyden kurtulmak için atladım ölü hayatımın üzerinde ne senden kalsın koyu bir parmak izi ne de benden. Az kaldı biraz sonra karanlık başlayacak. Gölgemi bulamazsın. Şimdi dinlen sonra kendine iyi bakmalısın…

SIRTIMDA AĞARAN YÜKÜN FARKINDAYIM


Gurbetine dilenci niyetinde el açan sözlerim
Mızıkasından sevda sesleri çıkan birkaç iyi niyetim
Ve kollarında saç ölüleri birikmiş çıplak nefesim

Sesine tutturulan türküyle aldın beni berine
Halbuki beklemek yanlısıydım
Gelmemek için direnirken, gölgesine 
beni alanı umudum sandım
Rivayet edilir ki sen bana çokça ihanet buyurmuşsun
Koynunda benden bir haber yılan ıslaklığında hain geceler uyutmuşsun

Demedin ki yalnızım,alnımdaki yazgıdan meçhul
Demedin ki yaslıyım,ötemdeki senden meçhul
Yani,biz olmayı dilerken kendini bensiz bulmuşsun.
Konuşabilirdik,âmâ dillerin suskunluğunca
Dillenebilirdik,sessiz bir ustalıkla
Ama
Sen benden daha beter bir elin avucunda
çizgilerin kırık notasıyla
Aşka dair izler aramaya yeltendin

suçlusun
Yum bütün kirpiklerince g/özünü
Yum ki içinden ölüm rotalı kıpırdanışlar çıkmasın.
Bağ bozumu ümitlerin kan sayfasına dökülüşünce
Kendimize dair soluklanışlar aradım
Yol boyu gizlenmek adına, adımlarımı baharın hafifliğine doğradım
Kehribar hüzünlerin fotoğrafında yokluğumuza bir yer bakındım
Köprü altı karanlıklarınca koştum,tökezledim
Alnımdan garip terler intihar ettim
Bazen diz boyu mayınlarla korkakça dalga geçtim

Ne için,kim için
Hangi sebep ve hangi hâd ile!?
Kendimi düşününce bil/in/dim de
Seni düşleyince
Bil/e/medim
Biz / için diyemedim.
Sırtımda ağaran yükün farkındayım
Ellerim ki göğe açılan bir çift aval

Şimdi, kaideyi bozmak adına bir istisna bilesem dişlerimce
Dilimin doğurganlığına kısırlık düşer Sonra nasıl susarım!?
O vakit bana da ince bir rüzgarın teninden
Gırtlağıma lâl bir avaz
Kendime de bozkırdan bir a/yaz girdirmek düşer
Düşünsene,ben susmazsam eğer
Kim seni kendiliğinden ,kendine armağan eder!?
Fukara isteklere bel bağlanmıyor
Kaldı ki,ben o kadar cesaret ehli değilim
Sensizliğime mektuplu bir günde

Dünüme ağlayacak kadar gözyaşı ezberleyemedim
Hay Allah 
Ne kadar da tembelim..
Yoksa ben mi çokum bu
 yokluklukta?
Ben miyim yokluğun yüz/süz/ü yoksa?
Yokluğunca şiir eskitsem de perdeleri tarayan rüzgar efendiliklerinde
Benden başka bir matem bekleme
Say ki
Sana ağlayacak bir çift göz budalası hiç olmadı
Say ki 
Tanağımdan süzülen saçlarım senin ellerinle hiç taranmadı
Benim kadar unutmaya meyil et biraz
O hiç hatırına koyamadıklarını!

Öğreniyorum işte
Hiç olmamış gibi yaşamayı
Aklımın bilmem kaçıncı tozlu rafına hatıraları mıhlamayı
Seni yokluğunla var saymayı
Söylenmemiş sözlerini kendimce kılıflayıp,kulağımda çınlatmayi
Filintası kör bir bıçak olan o intihar girişimlerinden kendimi soyutlamayı
Deniyorum işte
Bu kadar derin bir mevzudan sağ çıkmayı.
Çok fiyakalı bir dönülmezin yolcusuyumSenden ve benden fi tarihinde bahsedilmiş gibi yapabilecek kadar umutsuzum
Şimdi çekiliyorsam eğer,kalan birkaç güzelcenin sus yorumuyum

BEN SENİ ÖZLEMELERDEN GELİYORUM


Ben Seni Özlemelerden Geliyorum İki eli yakamda yalnızlığın .Sen gitmelere gittiğinden beri,ben yok olmaları öğreniyorum. Şansım yaver gitseydi eğer ;gelir bulurdu beni,yeşerirdi toprağımda ölüm. O değil de en çok seni öpmeleri arıyorum saklandığım sığınaklarda. Olacak iş değil ya yel değirmenleri de kendini savunmayı öğrenmiş,şimdi savaş meydanından kaçmalara sığınıyor Donkişot hallerim. Yoksun … Hiçbir şey kar kalmıyor artık yanıma. Sırf senin hatırına ;selam veriyorum hayaline, ve her defasında borçlu çıkıyorum Özledim diye yolculukları çağıyorum imdadıma ama;nafile!faydalar boyunları büküp kaçıyorlar. Bu kaçırdığım kaçıncı hayat! Olsun diyorum zaten hiç birisi gözlerine bakmıyordu Zaman bütün dünyayı hükmü altına alsa da bir benim sokaklarımda koşarak geçmeleri beceremiyor. Yani sı askıda kalıyor hep gidişin. Yanlış anlama sakın bir gün;bir kaç tesadüfü denkleştirip de bulursam yine sevmeleri, işte o zamanlar kapılar çizeceğim duvarlara ,gelip de içeri girip baş köşeye oturtmak için unutmaları. Sevmek dedim de öyle bir şey vardı dimi neyse bir örnek verip kuvvetlendirmek isterdim bu iddiamı ama gerek yok. Bu saatten sonra haklı çıkmalar seni geri getirmeyecek nasıl olsa Özledim elimden geleni ardıma koyduğum yer burası ,belki gelirsin diye bir arpa boyu bile gidemedim bu hzünden..

BEN HER GECE YOLUNU GÖZLERİM…..



Ben her gece yolunu gözlerim soğuk odamın içinde, 
Odam dağınıktır benim birazda karanlık perdeden, 
Duvarda yalnızlığın resmi asılı,hayalinse hep içimde, 
Sana şiirler biriktiririm sana ümitle seslenirim her gece, 
Yokluğu iyi bilirim ama bir türlü alışamadım sensizliğe, 
Keşke daha önceden beri bilseydim tanısaydım çehreni, 
Ki bilseydim hiç sitem etmez ağlamazdım kaderime, 
Arkadaşça dost eliyle saplanan hançerden utanmazdım, 
Göz yaşlarımı öyle bir sıkardım ki hiç ağlamazdım, 
Ki bilseydim bir gün ansızın karşıma çıkacağını, 
Dilimi mühürler seni göreceğim güne dek konuşmazdım, 
Neyse pekte mühim değil,şimdi varsın ya yeter kederime, 
Gözlerimdeki sen,bütün acıları bahar eder yüreğimde… 
Ben her gece yolunu gözledim günler,aylar ve senelerce, 
Çok çektim bir gün devran döner diye çok bekledim, 
Ayrılıklar hep bir film sahnesi gibiydi yaşantımda, 
İzleyenler tutamadıysa da yaşlarını ben hep direndim, 
Çünkü biliyordum bir gün karşıma çıkıp sarılacağını, 
İnancımla sabrımla hep yolunu bekledim yağmurda, 
Umudumu yitirdiğim oldu ama asla pes etmedim, 
Allah’ıma şükürler olsun ki işte karşımda gülümsemen, 
Ve bir Pazar günü emanet ediyorum sana kendimi bütünen, 
Senden öğreniyorum sevgiyi hiç bilmediğim bu tuhaf şeyi, 
Adına aşk diyor kimisi,kimisi ise saçmalığın ta kendisi, 
Senden öğreniyorum bedensel acıların gelip geçici olduğunu, 
Oysa parmağımdaki o küçük yara bile ne çok acıtıyordu canımı, 
Gönül yarası kalıcı dediğin an anladım gönülden bağlandığını, 
Ve ben inanıyorum sende inan dedin ya hani, 
İşte o vakit anladım bunca zaman neden yaşayamadığımı, 
Gözlerimde ki sen,bütün ölümleri cennet eyler yüreğimde… 
Benim aslım,seni gördüğüm ilk günden beri anlam taşır, 
Sen görmedin belki beni ama dualarımla sesledim sana, 
Gelmeme ihtimalin olsa bile yinede sevdim seni şuursuzca, 
Seneler sonra ilk kez gördüm gülen yüzümü aynada, 
Saçım odam gibi dağınık,duygularım odam gibi karışık, 
Gözlerimde ki sen,saçlarıma şekil kattın narin yapınla, 
Gözlerimde ki sen,kadınım olup odamı toparladın biranda, 
Benim aslım,beni gözlerine hapis ettiğin günden beri başlar… 
Ben her gece yolunu nasıl gözledim bilemezsin, 
Kanatlanıp uçmak istedim çoğu kez dağların tepesine, 
Gelen olmazdı ardım sıra biliyorum,ben beklesem de, 
Ha belki katılırdı kelimeleri bölmesini bilmeyenler hecelere, 
Ayaz nedir bilmedin,kar beyaz gelincikti sanki göklerde, 
Yoksulluk zordur ama sen en çaresiz anımda bile sevdin, 
Ucu gözükmeyen sokaklarda bana öpüşlerini armağan ettin, 
Sırtımdan vurup defalarca gitmeni beklerken, 
Kalışlarınla yolunu beklediğim gecelere güneş serptin, 
Gözlerimdeki sen,yoksulluğu mutluluk yapar hanemde… 
Ben her gece yolunu beklerim soğuk odamın içinde, 
Odam dağınıktır benim birazda karanlıktır perdeden, 
Gözlerimdeki sen,güneşi gönderdin perdemi yakarak, 
Odam ise hala dağınık bu sefer beyazlar içinde gel, 
Gözlerimde ki sen,yada gözlerindeki ben ne fark eder, 
Biz bir bedenin iki yarısıyız senle,sen ruh ben beden, 
Belki de ben ruhum sense beden, 
Gözlerimde ki sen var ya,ya ruhumsun ya da ben…

DEMEDİM Mİ GURURUM KIRILMA!!!!




DEMEDİM Mİ

Demedim mi bu hasret bitirir seni

Ay dolanır gider, yalnız kalırsın

Her gün yeni baştan dağılır, ufalırsın

DEMEDİM Mİ YÜREĞİM SEVME!!!

İşte ne gözyaşı, ne yemin, ne söz….

Geri dönen hangi güvercinin var?

Senin hangi çiçeğini sakladı bahar?

DEMEDİM Mİ AKLIM İNANMA!!!

Bir gün naza çeker kendini demedim mi?

Görmesen zindana döner bu şehir…

Görsen, umursamaz, aldırmaz

DEMEDİM Mİ GÖZLERİM BAKMA!!!

Demedim mi bu ürperten sıcaklık…

Bu taze güzellik kaybolur bir gün?

Sonra boşu-boşuna aranır, dövünürsün

DEMEDİM Mİ ELLERİM DOKUNMA!!!

Demedim mi bir gün susar şarkılar

Sesine ses veren rüzgar olur…

istediğin kadar artık bekle dur…

DEMEDİM Mİ KULAĞIM DUYMA!!!

Bir gün çıkıp gideceği belliydi

Ayan-beyan belliydi anlayamadın.

Başka bir rüyada şimdi o

DEMEDİM Mİ KOLLARIM SARMA!!!

Bütün çektiklerim senin yüzünden

Gölge bile geçirmezdin bir zaman üzerinden

Ah! şimdi paramparça oldun bin bir yerinden

DEMEDİM Mİ GURURUM KIRILMA!!!!


BANADA ANLATSAN YA !!!!!!!!!!!




Ne zormuş gerçekleri anlamak…
Bir bakmışsın herşey boş herşey anlamsız bundan sonra.
 Onca yaşanmışlık onca anı onca fotoğraf ve daha birçok şey… 
yalanmış meğer ya da hata belki de…
 Bir düş…
Ne hissedeceğini bile şaşırıyor insan.
Herşeyi bir anda bir günde bir gecede silmek kolay mı?
Kolaysa bunun yolunu bilen var mı? 
Bana da anlatsa ya!!!
Zaten belliydi gidişat kötü… 
Ama inandırmak zor kendini işte…
Bilirsin;
Her an arayacakmış gibi gelir.’Eminim o da beni düşünüyor’ diye iç çekilir işte.
Bilirsin beni hafife almam kolay kolay kimseyi…
” Nasıl dersin seni sevdim yalan demiyorum
Benim kalbim senin kadar sağır değil
İnanması kolay olsa gidermiyim
Sevda yüküm kolay değil”
Canımı öyle çok yakmalı öyle çok yaralanmalıyım ki… 
İnsan olarak bile değersiz kılabilmeliyim ki unutayım… 
Tüm çabalarımın tüm duygularımın 
ve tüm gözyaşlarımın boşuna olduğu beynime çivi misali çakılmalı ki; 
çıkarayım tamamen aklımdan hayatımdanruhumdan…
”Neler gelir neler geçer içimden
Yüzün ağlar için güler göçümden
Kaçıyormu sanıyorsun gözümden
Nasıl desem asıl yerim
Cennet olsa yanın değil
Ölümsün sonunda sen…”
Ve öyle yara aldım öyle sert darbeler yedim ki çekiçlerinden 
varlığının yerinde eser bile kalmadı kinimden…
Aslını istersen;
Artık nefret bile etmiyorum senden…!!!


Seni aşksız Bırakmam,

Seninle tattım ben her mutluluğu Bırakıp gidersen bil ki yaşayamam Ömrümden canımdan ne istersen al Gülü susuz seni aşksız bırakmam Üşüdüm diyorsan güneş olurum Yanarım sevginle ateş olurum Dolarım havaya nefes olurum Gülü susuz seni aşksız bırakmam Gönlümdeki derdi siler atarım Ümit pınarından coşar akarım Kış göstermem sana ben hep baharım Gülü susuz seni aşksız bırakmam 



SEN KISITLADIN İÇİMDEKİLERİ



Aslında sana mektup yazmak yoktu aklımda,
Hatta hiç de olmayacaktı…
Ama yazmak istedim, İlk ve son kez…
Dökmek istedim içimdekileri…
Ama dökebileceklerim dahi kısıtlı sana…
Sen kısıtladın içimdekileri,
Sürekli bir şeyleri haykıran ben,
Şimdi avazım çıktığı kadar susuyorum işte…

İnsan susarken acı çeker mi? Acı çekiyorum…
Ama yinede susuyorum,
Söylenmeyen sözler daha çok acıtırmış içini,
Doğruymuş!
Sana o kadar çok şey haykırmak istiyorum ki, Tüm içimi dökmek…
Değer mi bilmiyorum!
Zamanında tek güvendiğim erkeğin bugünkü halini görüp şaşırıyorum…

Nasıl kıydın bendeki sana?
Nasıl kabul edebildin böylesine çirkin bir isteği?
Hiç mi düşünmedin sonunu?
Benim hayallerimdeki adam gibi adam bildiğimi nasıl lekeledin?
Nasıl yıktın? Nasıl dağıttın kimseye güveni olmayan beni? Sevdiğini?

Bu kadar basit miydi yaşanılanlar?
Bu kadar kolay mı silinmeliydi?

Hep beni suçladın bu güne kadar…
Söyle senin hiç mi suçun yoktu?
Söyle tek başıma mı devirdim bu koca aşkı?

Görüyorum ki biz koca bir “hiç” yaşamışız…
Koca bir “hiç”e sevda olarak bakmışız…

Yazık ettin…
Bize değil… Aşka…

Ayrılık bu kadar acıtmadı içimi,
Aşka yaptığın ihanet kadar!

Hala sana sözler biriktiriyorum şiirlerimde
Ama adın ihanet oluyor dilimde!

Ben sana bu kelimeyi bile yakıştıramazken,
Sen nasıl yakıştırdın bize?

Adam gibi adam bildiğim,
Başı dik gururlu erkeğim…
O kahrolası gururun nerdeydi ailene “evet” derken?

Aşkı satarken neredeydi erkekliğin?

Şimdi mutlu olun hayatınızda yokum!
Çıktım!
Tüm kapıları ailenin de desteğiyle kapattın!
Vardır bi bildikleri iki kardeşi aynı yatağa sokmayı düşünürken…
Yinede kızamıyorum onlara,
Kötülüğünü istemez onlarda tabi ki…
Ama daha ayrılığımızın üstünden ne kadar geçmişti ki?

Neyse hep diyorum ya, kızamıyorum onlara…
Sadece kırgınım işte…
Kocaman kırgınım…
Benim onlara karşı büyüttüğüm saygı ve sevgi
Hep hak etmediğim şekilde döndü bana…
Yinede onlar benim ailemdi,
Yinede saygı duyuyorum…
Ama sana değil!
Bu seçimine hiçbir zaman saygı duymayacağım…

Sen benim hayallerimde ki “Aşkımı” çaldın!
Seni hiç affetmeyeceğim…
Sevdiğim adamı çaldın düşlerimden…

Eskiden adını anarken içim acır,
Gözlerim dolardı…
Şimdi ise hissizliğime şaşırıyorum!

Bende sütten çıkma ak kaşık değildim belki ama
İhanet etmedim ne sana, ne aşka!

Neyse fazla uzatmaya gerek yok.
Hayatından tamamen çıktım işte…
Tüm yolları çıkmaza soktun tek bir sözünle!

Aşkın her şeyini sende öğrendim…
Maalesef İhanetini bile…

Hakkım sonuna kadar helal sana… Ama aşkım değil bunu unutma…..

SARI YEŞİL ÇERÇEVE


TÜRKİYE GAZETESİ YAYINLARI
İSLÂM ÂLİMLERİ
ANSİKLOPEDİSİ
İHLAS GAZETECİLİK HOLDİNG A.Ş.
 Adına Sahibi
Dr. Enver Ören
GENEL YAYIN MÜDÜRÜ
İlhan Apak
TERTİP HEYETİ
Doç.Dr. Zeki Çakman
Yard.Doç.Dr. Ramazan Ayvallı
Dr. Ethem Levent
Hasan Yavaş – Muzaffer Turgut – Saim Kökçü
Burhan Kılıç – Hüseyin Ortayatırmacı – Yaşar Taşdemir
Ömer Faruk Yılmaz – Erdoğan Sevim
Hazırlayan : Cavit Durgut
E-Mail       : cavitdurgut@yahoo.com
CİLD’E GÖRE SIRALANMIŞ İSLÂM ÂLİMLERİ ANSİKLOPEDİSİ
01.CİLD (ÖNSÖZ – MUS’AB BİN UMEYR) (Radıyallahü Anhüm)
02.CİLD (MUTARRİF BİN ABDULLAH – SÜFYAN-I SEVRÎ) (Radıyallahü Anhüm)
05.CİLD (Hazırlanıyor…)
06.CİLD (Hazırlanıyor…)
07.CİLD (Hazırlanıyor…)
08.CİLD (Hazırlanıyor…)
09.CİLD (Hazırlanıyor…)
10.CİLD (Hazırlanıyor…)
11.CİLD (Hazırlanıyor…)
12.CİLD (Hazırlanıyor…)
13.CİLD (Hazırlanıyor…)
14.CİLD (Hazırlanıyor…)
15.CİLD (Hazırlanıyor…)
16.CİLD (Hazırlanıyor…)
17.CİLD (Hazırlanıyor…)
18.CİLD (Hazırlanıyor…)
HİCRÎ ASRA GÖRE İSLÂM ÂLİMLERİ ANSİKLOPEDİSİ
HİCRΠ01.ASIR ÂLİMLERİ (ÖNSÖZ – ZEYNEL ÂBİDÎN) (Radıyallahü Anhüm)
HİCRΠ05.ASIR ÂLİMLERİ (Hazırlanıyor…)
HİCRΠ06.ASIR ÂLİMLERİ (Hazırlanıyor…)
HİCRΠ07.ASIR ÂLİMLERİ (Hazırlanıyor…)
HİCRΠ08.ASIR ÂLİMLERİ (Hazırlanıyor…)
HİCRΠ09.ASIR ÂLİMLERİ (Hazırlanıyor…)
HİCRΠ10.ASIR ÂLİMLERİ (Hazırlanıyor…)
HİCRΠ11.ASIR ÂLİMLERİ (Hazırlanıyor…)
HİCRΠ12.ASIR ÂLİMLERİ (Hazırlanıyor…)
HİCRΠ13.ASIR ÂLİMLERİ (Hazırlanıyor…)
ALFABETİK SIRAYA GÖRE İSLÂM ÂLİMLERİ ANSİKLOPEDİSİ

Bir Önceki Sayfaya Gider
Bu Bölümün İndex Sayfasına Gider
Bir Sonraki Sayfaya Gider



————————————————-

SEVMEKTE HOŞ SEVİLMEKTE




SEVMEKTE HOŞ SEVİLMEKTE


Aldırmadan derde gama

Sevmek de hoş sevilmek de
Dünya fani derler amma
Sevmek de hoş sevilmek de
Husumet def olup gitsin
Hoşgörü her şeye yetsin
Haset,nefret,öfke bitsin
Sevmek de hoş sevilmek de
Asıla edersek rücu
Elbet kaçmaz ipin ucu
Ayırmadan şucu bucu
Sevmek de hoş sevilmek de
Can cananı bulsun artık
Herkes nasib alsın artık
Parolamız olsun artık
Sevmek de hoş sevilmek de
Soruyorsan gaye nedir
Atan kalbe aşk aşk dedir
Bu his Hak’tan hediyedir
Sevmek de hoş sevilmek de
Azrail kapıyı çalsa
Benzimiz sararsa solsa
Bir nefeslik ömür kalsa
Sevmek de hoş sevilmek de
Sevgi güldür amma solmaz
Sevenin vadesi dolmaz 
Sevemeyen adam olmaz
Sevmek de hoş sevilmek de 

GÖZLER YALAN SÖYLEMEZ






Gözler Yalan Söylemez 


Yalnız gözler konuşur, dilin sustuğu yerde,
Tek bakış yürek yakar, kimbilir neler der de,
Bir bakışın içinde ne duygular saklıdır,
Sevgi de var, nefred te, isyan, hüzün, keder de


Bir büyülü şaraptır, gönülleri coşturur,
Küllenmiş bir ateşi yeniden tutuşturur,
O bir sevda okudur, tam on ikiden vurur,
Gözler yalan söylemez, diller bazen söyler de

ŞİMDİ GİDİYORSUN GİT…….

Şimdi gidiyorsun
Git
Oysa senden tek bir damla istemiştim
Sana kocaman bir deniz sunmak için
Şimdi gidiyorsun
Git
Ne zaman başladı bu hikaye
Anımsamak zor
Gençtim
Hazırda fırtınalarım vardı dört nala sevdalarım
Komazdı öyle üç-beş nöbetleri
Geceler içimi acıtmazdı böyle
Bir insan bu kadar eksilebilir mi,
Hatırlarsan sesine uyku kaçmış bir adam vardı
Bu şehrin biryerlerinde
Düşler ormanının gece bekçisi derdin sen ona
Gözlerinde gizledi o seni sen bilmedin
O adam bendim unuttun mu
Bak sevdiğin adam gülmeyi bile unuttu
Seni unutamadı
İşin kolayına kaçmadım
Uğruna ölmedim yani
Uğruna ölünecek sandığım biri için yaşadım hep
Sen bunu da bilmedin
Ben bir bakışına bin anlam yükledim
Sen aşka kestirmeden gittin
Bir hayatın özetini bırakıp avuçlarıma
Şimdi gidiyorsun
Git

Bana karanlığın ne demek olduğunu öğretmeden
Bütün ışıklarımı söndürüyorsun
Bu cehennem cinayetlerini işliyorsun
Sonra bunlara intihar süsü veriyorsun
Yazıklar olsun yazıklar olsun
Susuyorsun susuyorum susayacaklarım bitmiyor
Hani sen sevdiğini
Yarı yolda bırakacak kadar yüreksiz değildin
Hani Sen Bana Kalkmayı Değil
Düşmemeyi öğretecektin nerdesin nerdesin
Uzun lafın kısası yoktur
Anlatacağım çok şey var
Hoyrat bir rüzgar gibi geldin
Aklımı hayatımı dağıttın
Şimdi gidiyorsun
Git

Daha ayrılığa bile çarpmadan
Aşk bize döndü
Bir yılan gibi soktun koynuma kimsesiz geceleri
Artık ölüm sana dokunamamaktan kötü değil
Ama sana dokunmak da yasak bana
Göz çukurlarımdaki karanlık bunu anlatır
Sen var ya sen
Allah kahretsin

Yani şimdi
Gözleri sana benzeyen bir kızım olmayacak mı
Yani şimdi başkaları mı sevecek seni
Ben saçlarını okşadığım zaman
Ellerin öksüz kalırdı
Şimdi gidiyorsun git

ARAFTA KALMAK ÖYLECE………



Bir adım ötesinde “yar” deyip susmak varken
Bir adım gerisinde ağyarı’ı
“yar” bildiği için susturulmak olan çizgi.
Arafta kalakalmak öylece…
Yar’la nasıl hasbihal edeceğini kestirememek
Yar’e nasıl dokunacağını bilememek
/üşümek bir ağustos sıcağında kendi çölünde./
Yar’e varma edebini bilememek kaybetmek!
/kaybolmak en iyi bildiği muhitte./
Yar deyip susmanın güzelliğini kavrayamamak
/lütufları aşikar olarak aramak belki de
Hikmetin perdesinde takılı kalmak./
Ah yar deyip geceyle söz eyleyebilmenin adabını bilmemek
Yar’in “var” olduğunu anlayıp
“yok”ların dirliğinde can çekişmek.
Can-sızlık için…
Arafta kalakalmak öylece…
Her cinayetin yolcusuna yol sorulup her yola baş koymaya çalışmak
Ve…hiçbir yolun O’na ulaştığını görememek
Yol bir’dir oysa
/yürekten geçen yol/
Yar bir’dir oysa
/bizi kendine yar bilen yüreğe vefalı olan…/
Yolun sonu bir tek sondur oysa
/ölüm…/
Ebedi mekan birdir oysa
/güzel’le randevulaşılan yer ;
Toprak ve ötesi…/
Yüreğim
Toparlan gidiyoruz!
/ya da
Toparlandım gidelim!/
Arafta kalakalmak yakışmadı bize;
Bir adım atalım hadi
“yar” deyip susalım;
“yar”dandır deyip razı olalım!

AĞLA KENDİ HALİNE






Ben müslümanım diyipte 
islamiyeti yaşamadıgında
Agla kendine… 
Kardeşlerin aglarken senin kahkaların yükselince 
Onlar yokluk çekerken sen nimetleri küçümserken
Agla kendine… 
Nefsinin arzuları önünde zayıf görünce 
Günahların önünde mükemmel olunca
Agla kendine… 
münkeri görüpte inkar etmediginde 
Hayırı görüpte hakir gördügünde
Agla kendine… 
Filim tesirinde kalıpta akıttıgın göz yaşlarına 
Kuran kerimi duyupta tesirinde kalmadıgında
Agla kendine… 
Yalan dünyanın peşinde koşarken 
Allaha itaatte kimseyle yarişmazken
Agla kendine… 
Namazın ibadetten adete 
Rahatlık saatinden sıkıntıya dönüşünce
Agla kendine… 
Eşarbını toplum geregi örtündügünde 
Seni mecburen setrettiginde
Agla kendine… 
Vaktini boş yere hedr ettiginde 
Hesabı bilipte gaflette oldugunda
Agla kendine… 
ibadetlerde lezzet ve huzuru bulamadıgında
Agla kendine… 
sıkıntılarını hüzne bogdugunda 
Gecenin yarısına sahip oldugunu bildigin halde
Agla kendine… 
Yanlış yolda oldugunu idrak ettiginde 
Ömrünün çogu boşa geçtiginde
Agla kendine… 
Allah için akmayan göz yaşlarına 
Allah için atmayan adımlarına
Agla kendine… 
Rabbine güzel bir dönüşle 
Tövbe ederek yeni bir sayfa açarak
Sende bilirsinki tövbe kapısı açıktır
Can bogaza gelmedikçe
Aglaki gözyaşların katılaşmış kalbe bir sel gibi aksın güller açsın yüreklerde
Aglaki bu dünyada ukbada akmasın gözlerden yaşlar…

VE ADIN İMTİHAN YERİDİR DÜNYA


 VE ADIN İMTİHAN YERİDİR DÜNYA


Ve adın imtihan yeridir Dünya!
Eğer düşersek sendendir,
Dik durabilirsek bizden…

Soğuk ve kaygan yollarda kaymadan ayaklarımız
Ateşten bir koru düşürmeden ellerimizden
Üşümesin diye yüreğimiz sırtımıza aldığımız bir şaldır haya
Ve iman yüreğin ve bedenin damarlarında dolaşır
Kalbe inen zikirle tazelenir, güçlenir…
Ve kaymadan ayağın yürümeye çalışırken hayat yolunda
Yolda ki dikenlere takılıverir şalın
Yavaş, yavaş, sökülür, sökülür…
Hiç fark etmezsen çırılçıplak kala kalırsın yolun ortasında
Elinde bir kor, dayanılamayacak sıcaklıkta
Setretmek için ellerinle bedenini, onu bırakırsın
Ve bir daha asla ısınamazsın…
Ya da, olurda fark edersen, yürürken buzlu yollarda
Ayağın bir şeylere takılırda yuvarlanıverirsin yere
Bir bakarsın ki yüreğini ısıtan şalındır, ayağına dolanan,
Yoldaki dikenlere takılıp yavaş, yavaş sökülen…

BİLMİYORUM NERDEYİM NE HALDEYİM



BİLMİYORUM NERDEYİM NE HALDEYİM

Bilmiyorum nerdeyim ne haldeyim ben kimim?
Ayrılırken kimliğim adresim sende kalmış
Tebessümü yüzüme çok görüyor matemim
Güldüğümü gösteren tek resim sende kalmış


Akların kaybolduğu renğin ahenk bulduğu
Toprağın kadehine ab-ı hayat dolduğu
Bir gül için bülbülün saçlarını yolduğu
Aşkın harman olduğu o mevsim sende kalmış

Nerede o çocuksu o şımarık hallerim
Saçlarına hasreti tanımayan ellerim
Rengarenk rüyalarım toz pembe hayallerim
Tekmil neşem sevincim hevesim sende kalmış

Ayıplama kınama kahveye gidiyorsam
Avunabilmek için bir tavla atıyorsam
Garson çay uzatırken ben aklımda diyorsam
Sende kalmış demektir ladesim sende kalmış

Dostlar da muhabbeti kestiler,luzumda yok
Zaten senden ziyade sohbetim sözüm de yok
Sen dönmeden kimseye bakacak yüzüm de yok
Aynalarda kendimi göresim sende kalmış

Allahım düşmanımı düşürmesin bu zafa
Sanki her noksanımı mecburum itirafa
Hangi şarkıya girsem notalar do re mi fa
Sol! diyorum sana sol! sesim sende kalmış

Sende kalmış umudum saadet çağım sende
Sende kalmış huzurum tüten ocağım sende
Sende hayat kaynağım duygu membağım sende
Can diyorum sana,can-kafesim sende kalmış

Gel Tanrıya borcunu teslim etsin bu yürek
Tez gel ki enkazımı kapatsın kazma kürek
Kelime-i şahadet getirmem için gerek
Son diyorum sana son nefesim sende kalmış… 

Cemal Safi

ISLANDIM BİRAZ GÖZYAŞLARIMDA


Ne çok yordum yüreğim ve ne çok yordular seni..
Bedenim yorulsa dinlendirirdim zihnim yorulsa belki oyalayabilirdim..
 Ya yüreğim seni nasıl dinlendireyim… 
Hangi gölgelik dinlendirir ki söylesene seni hangi ırak belde iyi gelir..
Acıtılmışlık var içinde yüreğim biraz kanatılmışlık..
Ne bir tabip çare olur derdine ne de bir merhem var bu naçar haline.. 
Senin çarende derdin de saklı kendi içinde… 
Neler yormadı ki seni nelerle yoğrulmadın ki?.. 
Hatırlar/mı/sın?.. Gökyüzü neler düşündürürdü sana?. 
Yıldızlar yağmurlu geceler sonra uzun yürüyüşlerde yollar..
Söze sığar mı hatırlananlar değer bilir mi hatırda kalanlar?.
Kaç kez şahit oldu gözyaşına yıldızlar aya mı sormalı sessiz feryatlarını yoksa?..
 Ah yüreğim ne çok hatırlayışların var ne çok hatırda kalışlar..
Bir fincan kahvenin 40 yıl hatırı var diyorlar 
bir fincan değilse de bir acı kahve yudumlamışlığım var.. 
Bir fincanın kırk yılsa hatırı söyler misin yüreğim bir yudum acının ki ne kadar?..
Ah sızılar ah sızlayışlar… 
Bugün Hüzün yanıma düştü bütün yağmurlar..
Islandım biraz gözyaşımda..
Yağmur yeryüzünün bereketi olup düşer ya buluttan.
Gözyaşımda öyle boşalır yanaklarımdan… 
Yaşım yüreğe bereket olası gözyaşım..
Sal ki yeşersin yürekte umutlar..Sal ki bahara dönsün yarınlar… .


YÜRÜ YÜREĞİM GİDELİM



YÜRÜ YÜREĞİM GİDELİM

Dinle beni yüreğim…sadece ve sessizce dinle….ve selam et yüreğim…sevdaya aşka dair ne varsa hepsine selam et. ……..

Bir yalvarışla çıkmıştık yola biz…bir haykırışla…umutlarımızı anlatmıştık susayan gönüllere…..biz sevdanın esiriydik yüreğim….biz aşk askeriydik…

Şimdi bir köşede bükükse boynumuz…ağlıyorsak hala,incilmişsek yine toparlanma zamanı yüreğim….bu yolda acının adını GÜL koyduk biz….zehirin adını BAL koyduk biz….itselerde, herkesi DOST bildik biz….bilelim yüreğim hep böyle bilelim biz…

Dertlere siper olma zamanı,gönüllerde sevda olma zamanı..yüreğim kışın bahar olma zamanı….hadi bir umut yine…kalkalım ayağa..hadi silelim gözyaşlarımızı…kimse görmesin bilmesin ağladığımızı…dostumuz olan geceyi bekleyelim yüreğim….ve de bizi yalnız bırakmayan yıldızlarımızı..onları dost seçtik biz kendimize…çünkü hem çok uzaktırlar hemde çok yakındırlar…ve de ışıklarıyla geceyi ne güzel aydınlatırlar…örtsün yüreğim gece bütün yaralarımızı….saklasın bizim gözyaşlarımızı…..elimizi kaldırdık ya semaya biz….UNUTMA yüreğim biz istedik aşık olmayı RABBİMİZDEN…biz istedik dertleri can-ı gönülden…gelsin dedik…sevginin fedakarlığı olacaktı elbet….

Yüreğim aşıklar için burası sadece bir gölgelikti..yani o kadar kısaydı..O yüzden aşıklar buraya hiç kıymet vermediler….kimseyi incitmediler..değmezdi ki zaten bir gölgelikti bura onlar için…onların yurdu aşıklar diyarıydı…..ne kadar uzağız dimi yüreğim oraya..gayret yüreğim…gayret ve az sabret yüreğim….kapı kapı dolaşma zamanı şimdi…sevginin sahibini anlatmak için…kovulsak ta anlatma zamanı yüreğim aşkın sahibini tanıtmak için…anlatalım haykıralım ve yanalım yüreğim…nereye gidiyor bu insanlar diye….ağlayalım yüreğim ağlayalım…bize sevgiyi öğretmişti RABBİM….sevgiyi tanımamız için bize anne baba eş dost göndermişti…..ama bunlar araçtı yüreğim…basamak basamak HAKKA ulaşmak için….sevmekti yüreğim sadece onun için….

Hüzün mevsiminde dökülen yaprak gibiyiz….savrulduk her yere..kaybettik benliğimizi..unuttuk nereden geldiğimizi ve nereye gittiğimizi….ve şimdi yüreğim….hatırlama ve hatırlatma zamanı…gözler sahtelikleri gördü hep..eller sahteye uzandı hep…kaç el yetim başını okşuyor yüreğim…kaç el bir gözyaşı siliyor….oysaki bu eller bize yüreklere dokunmak için verilmişti…ve kaçımız şimdi gerçekleri görüyor..kaçımız işine geleni görüyor….oysa yüreğim bu gözler hakkı görmek için verilmemişmiydi…..
ve kaçımızın kulağında sevgi sözcükleri çınlıyor….kaçımız iyi şeyler duyuyoruz..oysa bunların hepsi bize bir duyguyu büsbütün yaşamak için verilmişti….aşk…
işte ozaman göz onu görürdü,kulak onu duyardı,ayak ona varırdı,el ona uzanırdı……

Hasret yükünü sırtlayarak çok yollar aldık…gözyaşlarımızı gönlümüze akıttık…ve yüreğim senle beraber kanadak,acıtıldık,incitildik,itildik……varsın yapsınlar yüreğim….biz burada kalıcı değiliz…varsın yapsınlar yüreğim biz lanet edici değiliz….her şeyi gören her şeyi görüyo yüreğim…sen üzülme…mahzun olma….

Umut hayalimiz olsun..sevdamız sermayemiz olsun…gözlerimiz ışığımız olsun…sözümüz özümüz olsun…halimiz aşkımız olsun…benliğimiz HAK ESİRİ olsun…..güneşimiz rüyamız olsun….ve bir gün öldüğümüzde adımız aşık konsun…..
hep diyorum ve hep diyeceğim yüreğim sanma aşk kolay değildir….aşıklar diyarınaavarmak kolay değildir…bedelde herşeyi ister….aşıklar kendilerini düşünmezlerdi kendileri yoktiki zaten onlar hiç buraya ait olmadılarki….onların yaşadığı acıları yaşamadan bu yolda sana yol yok yüreğim..yol yok…..

ve yüreğim yine gitme zamanı….

GÖZLERİNE HAPSET BENİ





GÖZLERİNE HAPSET BENİ
Yalnız mısın benden uzaklarda ellerin boş mu kaldı bir tanem? Gözlerinden akan yaşlar artık kalbini mi acıtıyor… Kalbinde ki yangını durduramıyor musun? Tıpkı benim gibi sürekli hayallere dalıp düşünüyor musun? Gözlerinin daldığı yerde hayalimi görüyor musun? Peki ya dokunmak istediğinde ellerinin ona hiçbir zaman değemediğini görmek seni yıkıyor mu? Yalnızlık bu kadar kahredici olmamıştı değil mi? Ama biliyor musun bir tanem ben kahroldum yıkıldım artık… Yalnızlıklarla baş etmek istemiyorum belki de… Belki de hayatım boyunca yalnız kalmışlığın verdiği acıyı bilen biri olarak dayanamıyorum… Bugüne kadar hep gecelere isyan ettim ama artık anladım ki asıl suçlu gündüzler. Artık güneş doğsun istemiyorum çünkü her doğan güneş beni her gün yeniden başlayan üzüntülere itiyor… Her gün doğduğunda gülüyorum ama bu tebessümler beni hayata bağlamıyor. Bende senin gibiyim…!!! Peki neden hata bende olsun… Neden acısını doğan günden çıkarmıyorsun… Neden her seferinde bana yükleniyorsun… Artık acıları sırtıma yüklenemiyorum çünkü taşıyamıyorum…! Ağzımdan çıkan her kelime bir haykırış ama duyanım yok oysaki ben herkesi duyabiliyorum…! Gözlerimi kapadığımda karşımdaki hayal sensen eğer bil ki akan göz yaşlarım mutluluktan… Yalnızda olsam hayalinle beni şereflendirmen bile yeter… Sana gözlerine hapset beni dedim. Yanaklarından süzülüp dudaklarında biten göz yaşın olmak istedim. Ömrümü kalbinde tüketmek istedim. Ellerimi ellerine kelepçelemek anahtarını okyanusların dibine gömmek istedim. Olmaz dedin her seferinde istemedin beni kalbimi sevgimi…! Öleyim dediğimde ise sadece güldün çünkü yapacağımı biliyordun. Benden ölmemi isteseydin bu kadar üzülmezdimbana sensizliği yükledin…! Kapıyı çekip gittiğinde arkandan baka kalmıştım. Hani sana aşkımı ilan ettiğim gündü… Tüm cesaretimi toplamış “seni seviyorum” demiştim oysaki bana her zaman gülümseyen sen susup kalmiştin bekledim “bende seni seviyorum” demeni bekledim ama demedin… Bu kadar zor değildi biliyordum ama öğrenmiştim ki “sen beni sevmiyordun.” İşte hayatın acımasızlığı beni de vurmuştu o gün o gün beni yıkmayı başarmıştı…!!! Hele de evlenip gittiğinde bu diyardan göçmeye karar vermiştim… ama olmadı işte bir daha da yapmaya cesaret edemedim. Aradan sekiz sene geçti hala aklımda kalbimdesin ama biliyorum sen yuvanda kendi hayatında benden uzakta yaşıyorsun… Ya sana geri dön dersembiliyorum şuan benim de güldüğüm gibi sende gülüyorsun… Çaresizliğime ver be gülüm bana gülme acıma üzülme benim için; sensizim belki omuzlarımda inanılmaz bir ağırlığı taşıyorum ama sensizliği taşımak bile güzel be gülüm… Belki bir gün seni görürüm umuduyla yaşıyorum. Sen değil miydin umutlarını kaybetme diyen. Her zaman mutlu olmasını bil diyensensiz olmuyor ama en azından seni düşündüğüm zamanlar gülebiliyorum… Yaşadığımız anılarımızda olmasa herhalde kalbim durmuştu şimdiye kadar… Ben sende tutuklu kaldımkendi hayatımdan çaldım yedi cihan dolandım bana mısın demiyor…!!! Sen beni kalbine kilitlemedin belki ama ben seni kilitliyorum… Ömür boyu kalbimin mahkumu olarak yaşayacaksın ve bebeğim en kötüsü sen bunu bilmeyeceksin…!!!


YAZ DİRENİYOR SONBAHARA




Yaz direniyor sonbahara…Gece yildizlarin sozcusu bir tek seni anlatiyor.Yanima bakiyorum yoksun nefesim daraliyor bogazimdan baslayip tum vucuduma yayilan bir agirlik yerimden kipirdayamaz hale getiriyor beni .Kapiyorum gozlerimi yoksan gormesinler hicbir
seyi ansizin cikip gelse diyorum.
Bir dokunusuna bir kenti feda edecegimi bilse ve gelse…
GELMEZMISIN?
Uzaktasin ama degilsin aslinda.Yureginden kalkan kelebeklerin saclarina kondugu o an bizi zaman ve uzakligin asla ayri koyamayacagini anlamistik ikimizde.Iki beden iki farkli yerde olsa bile ruhlarin bulusmasini ne engeller?Ozgur birak ruhunu gecenin karanligini delen beyaz bulutlara binip gelsin ve bulussun benimle.
Birak,ruhlarimiz sevissin bu gecede…
ISTEMEZ MISIN?
Sen aslinda “ben”sin.Simdi ne dusunuyorsam aynini dusunuyorsun biliyorum.Sabah uyandigimda yanimda olmayisinin acisini daha geceden hissediyorum ,uykularim kaciyor.Uyku beni de seni de coktan terk etti zaten ve sen de ayni aciyi benimle ayni anda duyuyorsun.
Gozlerindeki huznu,gozlerinde sevinci,gozlerinde en yaramaz cocugu gordugum anlar geliyor aklima.
Sende bak gozlerime onlarda yillara meydan okuyan solmamis ve asla solmayacak bir ask var.senin askin…
GORMEZ MISIN?
Sesleri ayird edemiyorum bu gece ,ne garip… Aklima sadece senin soyledigin sarkilar var,ondan belki de.Seni dinliyorum “Kimseye etmem sIkayet” diyorsun.Bir sarkida seninle soylemek istiyorum seninle sesimizin duyulmadigi yer kalmasin istiyorum.Avazimiz ciktigi kadar bagira bagira soyleyelim.Sarkimiz butun asklara mars olsun.…
SOYLEMEZ MISIN?
Yine bir sabaha karsi sen uyumak isteyipte uyuyamadigin uykulara hasretken calacagim kapini.Sarilarak karsilayacaksin beni teninin kokusunu cekecegim icime basim bonecek.Tam isIklar sonecek saatlerce el ele tutusup tek kelime etmeden bakisacagiz.Bakismaktan yorulup konusacagiz siirler okuyacagim sana.Yok edecegim korkularini yanitlanmamis soru kalmayacak.Bu yil nasil seviyorsam seni oyle sevecegim bundan sonrada ya sen beni…
SEVMEZ MISIN?



ARTIK GİTME ZAMANIN GELDİ


Beni yanlış anlama Birtanem. 
Amacım kararan dünyanı dahada karatmak değil. 
Bir zamanlar ellerimde kocaman bir şamdanla 
dünyana girip içinde kararan ne kadar nokta varsa 
her bir köşesini aydınlatmaktı amacım , ama olmadı. 
İçinde öylesine kuvvetli esen bir kasırga vardı ki , 
elimdeki mum alevi birden söndü 
ve bende seninle birlikte karanlığa gömüldüm.Şikayetçi değildim , 
nasıl olsa bir yolunu bulup seni çıkaracaktım aydınlığa. 
Ama olmadı sen inatla ban karşı durdun. Oysa ne kadarda mutluydum. 
Hayatımdaki vaktin sanırım doldu , artık gitme zamanın geldi. 
Kim bilir belki bir yerlerde benim gibi sana ihtiyacı olan birileri vardır , zorla tutamamya seni. 
Anladım ki insan ne kadar severse 
öfkesi de o kadar büyük oluyormuş. 

Kızıyorum ama sana değil , öfkemin zamansız gelişine .
Senin şafağın daralıyor benim nefesim. 
Ne zormuş ayrılık. Hani hiç gitmesen , 
hiç bitmesen diyorum ama işte sadece lafta kalıyor. 
Ayrılığımız dünyanın yerle bir olması kadar zordu.
Hiç hesaba katmamıştık aramıza girecek kilometreleri. 
Ama bir türlü sevmedin benim şehrimi aydınlığımı sevmediğin gibi..

ve gittin. Şimdi gidişinin vurgunlarındayım!! 
YAŞAMIYOR DEĞİLİM AMA BENDE BU ŞEHRİ SEVMEZ OLDUM

HOŞ GELDİN HÜZÜN



HOŞ GELDİN HÜZÜN


“Hüzün vakurdur, onurlu ve dürüst…
Biraz mum ışığıdır hüzün, biraz akşam alacasıdır.
Biraz gazete satan çocuk elleri, biraz bebek ağlamasıdır.
Tüy gibidir hüzün.
Hafif ve yumuşak, canlı ve ölü… Hayattan ve ölüme dair…
Hüzün, sâdıktır.
Hüzün zordur.
Hüzün güçlüdür.
Hüzün sızıdır. İnce, keskin, sivri… Varla yok arası… Parlak ve göz alıcı, anlık ve güçlü…
Hüzün melezdir.
Tefekkürle tedebbürün kendisi esmer, bahtı ak evladıdır.
Asâletini tefekkürden, metânetini tedebbürden almıştır.
Hüzün su gibidir. Azizdir. Şerefli ve nâdir…
Hem her şeye yeter, hem yeri asla doldurulamaz.
Hüzün…Gönlün derûnî ve bir o kadar da ulvî misafiri…
Sinsi sinsi girer kalplere de dîvâne eder insanı…
Ah hüzün!.. Deli dostum!..
İnsan, hüzünlü olduğu sürece olgunlaşır.
Hüzün yoksa, insanı içten içe yakan,
yaktığı gibi bir o kadar da olgunlaştıran dert yoksa eğer,
o zaman, evet işte o zaman gaflet dehlizinde yok olma riski belirir.
Hüzün güzeldir.
Hoş geldin HÜZÜN..

ATATÜRK’ ÜM


ATATÜRK’ ÜM


Atatürk’üm senin yaptığın her şeyi yıkmak için uğraşanlar, onlar bile sıkışınca sana sığınıyorlar.
Sen benim Atatürk’ümsün,
Düşünüyorum da eğer bu gün uygar dünya ile yarışıyorsam, bunları bana sen sağladın.
Parmaklarımın ucunda tüm evreni duyumsayabiliyorsam, yine senin öğretilerin sayesindedir.
Sen bana insan olduğumu öğretensin.
Eğer ben tüm dünya kadınlarından önce haklarıma kavuştuysam, sen verdin tüm bunları.
Sen çocukken bana büyüksün dedin, bir bayram armağan ettin.
Ben bayramları çok sevdim, heyecanlandım ve sevinçten ağladım bayramlarda.
Küçücük ellerimle senin adını yazmak da o zamanlardan beri bana hep gurur verdi.
Çocuklarıma da ilk seni öğrettim.
Eğer bu gün müselles yerine üçgen diye öğretiyorsam sen buldun bütün bunları.
Bilimi, feni ana dilimizde senin sayende öğreniyoruz.
Bir de yabancı dille öğretim diye garip bir şey icat ettik. Hiç başka bir dilde öğretim olur mu ?
ÖSS diye başka bir şey daha icat ettik, senin ülkeyi emanet ettiğin gençlerin canını çıkarıyoruz. Bilgileri ezberletip duruyoruz. Lise eğitiminin canına okuduk.
Kısacık yaşamına ne de çok şey sığdırdın…
Biz hala hiç birinin üstesinden gelemiyoruz.
Ulusça sen ne dediysen tersini yapmaya başladık.
Bize kızıyor musun ? Atatürk’üm…
Ben hep senin ufku delen gözlerinin olduğu resimlere bakıyorum, onları belleğime yazıyorum. Kızgın gözlerini görmemek için. Anlayacağın kaçıyorum senden. Ben artık senin kızın olma niteliklerini taşımıyorum. Senin kurduğun Türkiye’yi yıkmak isteyenlere bir şey yapamadığım için…
Biliyorum bize kızacaksın,
“Ben size bayramları salt tören yapasınız diye mi armağan ettim ? Ben size benim düşünüp de yapamadıklarımı yapın da onun için törenler düzenleyin demedim mi ?”
Biz bunları bilmesine biliyoruz da bunları bilen yöneticiler seçmesini bilmiyoruz.
Sen dedin ama biz yapmadık. Cumhuriyetin kuruluşunun 15. yılında dedin ki ;
“Geçen zamana nispetle daha çok çalışacağız, daha az zamanda daha büyük işler başaracağız. Bunda da muvaffak olacağımıza şüphem yoktur. Çünkü,Türk milletinin karakteri yüksektir ; Türk milleti çalışkandır ; Türk milleti zekidir. Çünkü, Türk milleti millî birlik ve beraberlikle güçlükleri yenmesini bilmiştir. Ve çünkü, Türk milletinin, yürümekte olduğu terakki ve medeniyet yolunda, elinde ve kafasında tuttuğu meşale, müspet ilimdir.”
Biz bunların hiç birini yapmadık. Hatta senin bize armağan ettiğin bayramları törenlerle kutlarken, adını bile anmadık. Konserler düzenledik, ulusça göbek attık oynadık, biz tüm bunları nasıl elde ettik diyedüşünmedik bile.
Çanakkale Geçilmez dedin ve yedi düveli karşına aldın, geçirmedin, Çanakkale Boğazından hiç birini.
Savaş ile ilgili belgeseller yaptık seni ve seninle birlikte savaşıp canını verenleri figüran yerine koyduk, görmezden geldik. Tabii bunları gelecek kuşaklara belge kalsın diye değil de sanat uğruna mı yaptık, yoksa anlayamadık mı ?
Sen ne dediysen hepsinin tersini yaptık.
Yıllar önce bir gün derste bir öğrencim ; seni anlatırken, geometri terimlerinin nasıl anlaşılır, dilimize uygun olarak kimin tarafından yazıldığını söylerken küstahça yerinden fırladı ; “Bırakın o tek gözlü din düşmanını” diye bağırınca kan beynime çıktı. Ona sen de öyle isterdin diye kızıp sinirlenmeden ama, içimde fırtınalar koptuğunu bilerek ; “Serzenişini anlayamıyorum. Sana bunları kimin öğütlediğini de bilmiyorum. Eğer O Büyük İnsan olmasaydı sen şimdi kimin çocuğu olurdun ? Eğer Atatürk olmasaydı sen belki de dini görevlerini de yerine getirmeyecektin. Belki de başka bir dinde olacaktın. Eğer düşüncelerini özgürce ifade edebiliyorsan, çağdaş bir şekilde giyinip okuyabiliyorsan tüm bunlar kimin sayesindedir ? Sana onun Gençliğe Hitabesini bir kez daha okumanı öneririm. Eğer çevrende senin gibi düşünenler varsa onlara kendini doğru olarak senin anlatmanı isterdi. Sen onun güvendiği gençlerden birisisin.” O çocuk şimdi nerelerdedir, ne yapar ?
Yine de Atatürk’üm senin yaptığın her şeyi yıkmak için uğraşanlar, onlar bile sıkışınca sana sığınıyorlar.

Senin yaktığın meşale hiç sönmeyecek ve tüm uğraşanlara karşı dünya durdukça yanmaya devam edecek.
Sevr’den bile daha katı yaptırımları önümüze koyanlar hiçbir şekilde işbirlikçileri içimizde olsa bile başarılı olamayacaklar.
Yaktığın meşale, şehitlerimizin kanıyla rengini alan bayrağımız ülkemin her karış toprağında aynı haşmetiyle göklere uzanıyor ve gelecekte de ait olduğu yerde duracak. Sana tüm kalbimle söz veriyorum.

Sen benim Atatürk’ümsün…




EY HAYAT SEVDİĞİME SÖYLE


Ey gece Sevdiğime söyle, yanındayım ben hep,

onunla yüreğim, ellerim, gözlerim.
Ara sıra, o da düşünsün beni, karanlık çöktüğünde. 
Kimbilir, bir yıldızda birleşir yüreklerimiz belki de..

Ey rüzgâr, sevdiğime söyle,sen savururken umutları,

 diyardan diyara, toplasın yerlerden hayallerimi,
 bassın bağrına sevgiyle… 
Kimbilir, hayaller gerçekleşir belki, onun eli değdiğinde…

 Ey yağmur, sevdiğime söyle, her toprağa düştüğünde sen, 
gözlerim eşlik eder sana, bilsin, ona söyle.
Bilsin ki, her yağmurda hatırlasın beni, 
tutsun damlaları, yüzüne sürsün, 
öpsün damlalar gözlerinden özlemle…

Ey deniz, sevdiğime söyle,Köpük köpük sahiline vurduğumu.
Unutmasın bıraktığı yerde durduğumu.
Her martı çığlığında, çınlasın sesim, yüreğinin en derinlerinde…

Ey hayat sevdiğime söyle onsuz bir anlamın olmadığını..,
Söyle ona, deli divane bir gönlün, kuytularda ağladığını.
Ve Onu unutmadığını, 
Unutmayacağını…

AŞKIN SEN HALİ FLAŞ SESLİ

Beni aşkın sen hâli, bilsen nasıl “şad” etti
Gözlerinden süzülen bakışla küşad etti

Hazana dönmüş, köhne, bîçare yüreğime
Lâle ve sümbül gibi, yeniden “neşad” etti

Meçhuller diyarında, şaşkın, sürgün gezerken
Bir selamın bendeni, aşk ile “reşad” etti

Hep hüzünle, hüsranla tüketirken ömrümü
Dudağından dökülen söz beni “dilşad” etti

Ne bulsam kadehlerde sen diye içiyorken
Efsunkâr bakışların ruhumu “irşad” etti

Ve aşkın sen hâlinde dertleşirken resminle
Ay ışığı gül çehren, ömrümü pek “şad” etti



EFKAR




Efkar
Bir ayak sesi duymayayım kapıya koşuyorum
Gelen sen misin diye
Bir sarı saç görmeyeyim yüreğim burkuluyor
Ağlamaklı oluyorum




Her şey bana seni hatırlatıyor
Gökyüzüne baksam gözlerinin binlercesini görürüm
Bir rüzgar deyse yüzüme
Ellerini düşünmeden edemem
Yaktığım bütün sigaraların dumanları sana benzer
Tadı senden gelir yediğim yemişlerin, içtiğim içkilerin
Ve içimdeki bu dayanılmaz sıkıntı, bu emsalsiz hüzün
Seni beklediğim içindir




Resmine bakamaz oldum
Uykulardan korkuyorum artık
Utanıyorum odamdaki bütün eşyalardan
Şu sedir, hala gelip oturmanı bekliyor
Şu ayna, karşısında güzelliğini seyretmeni
Şu kadeh, dudaklarına dokunabilmek için duruyor masada
Ve şu saat…
Geldiğin anda durabilir sevincinden
Zaman çıldırabilir…
Çünkü benim dünyamda ölümsüzlük
Seni sevmek demektir



MARŞLAR EŞLİĞİNDE HAREKETLİ BAYRAĞIMIZ


İstiklal marşımız,
10 yıl marşı eşliginde hareketli bayragımız

Ne Mutlu TÜRK’ üm Diyene

Örnektir uluslara açtığımız yeni iz;
Imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitleyiz.
Uyduk görüşte bilgi, gidişte ülküye biz;
Tersine dönse dünya yolumuzdan dönmeyiz.
Türk’üz , Cumhuriyetin göğsümüz tunç siperi ,
Türk’e durmak yaraşmaz,Türk önde,Türk ileri!



İSTİKLAL MARŞIMIZ FLAŞ SESLİ


İSTİKLAL MARŞIMIZ

İstiklâl Marşı


Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
O benim milletimin yıldızıdır parlayacak!
O benimdir, o benim milletimindir ancak!

Çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı hilal!
Kahraman ırkıma bir gül… ne bu şiddet, bu celâl?
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helal.
Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin istiklal.

Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım;
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!
Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner, aşarım.
Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.

Garbın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar.
Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.
Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imânı boğar,
‘Medeniyet!’ dediğin tek dişi kalmış canavar?

Arkadaş, yurduma alçakları uğratma sakın;
Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın.
Doğacaktır sana va’dettiği günler Hakk’ın,
Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.

Bastığın yerleri ‘toprak’ diyerek geçme, tanı!
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.
Sen şehid oğlusun, incitme, yazıktır, atanı.
Verme, dünyâları alsan da bu cennet vatanı.

Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda?
Şühedâ fışkıracak toprağı sıksan, şühedâ!
Cânı, cânânı, bütün varımı alsın da Hudâ,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyâda cüdâ.

Rûhumun senden İlahî, şudur ancak emeli:
Değmesin ma’ bedimin göğsüne nâ-mahrem eli!
Bu ezanlar-ki şehâdetleri dinin temeli-
Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli.

O zaman vecd ile bin secde eder -varsa- taşım.
Her cerîhamdan, İlâhî, boşanıp kanlı yaşım;
Fışkırır  rûh-ı mücerred gibi yerden na’şım;
O zaman yükselerek arşa değer belki başım!

Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl!
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl.
Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl;
Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet,
Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin istiklâl!

Seslendiren… BEDİRHAN GÖKÇE

KİME NE (ÜŞÜME) FLAŞH SESLİ

Kime Ne Üşüme -Bedirhan Gökce


KİME NE …(Üşüme)
Seni Sevmek için ne kadar sebep varsa içimde ..
İşte , sevmemek için de öyle ,
Seni Sevmek için ne kadar söz varsa dilimde ,
Seni Yermek için ,Sana Ermek için ..
Yok işte ,
Bir yalan uyduruyorum ben kendimce ,
Kendime umutsuzluk ,Sana Umudum ,
Yollarına çaresizlik düşmüş Eşkıya ,
Ben sana zehir zemberek suskunluğum ,
Ben sana gözlerinden vurulmuşum ;
Sana açılan Kapıların kapanan sesinde ,
Ben seni değil Kendimi unutmuşum ;
Yaralarımın kanayan damarlarına ,
Uykusuz gecelerimden kör sokaklar sürmüşüm ;
Ne mutlu bana 
Ne mutlu ,
En çok bir yıldız kayıyor biliyormusunuz ?
Bir dilek tutuyorum işte,
Ellerin oluyor … Tutunuyorum sana ..
Soluksuz bir sokak lambası altında ,
Şubat‘a müebbet gözlerini sunuyorum sana
Anlasana ….. Seni Sevmek için ne kadar sebep varsa içimde ..
İşte o kadar yalan uyduruyorum kendime ,
O kadar yalan … Kime ne …
Kendime yalanlarla tutunuyorsam kime ne ?
Kendimi sende unutuyorsam kime ne ?
Sende susuyor , Sende konuşuyorsam
Sende uyuyup Sende uyanıyorsam ,
Vuruyorsam talan olan umudun mahzeninde kendimi ,
Kime ne ,
Kime ne kendimi kanatıyorsam senin düşüncende ,
Yalan yada gerçek ,
Sen sakın gecesiz uykularımda üşüme !
Ben üşüyorsam kime ne …..



SADECE SEVDİM SENİ


sadece sevdim seni.
karşılıksız,çıkarsız,düşünmeden
.sadece sevdim seni.
yüregimle,ruhumla,beynimle.
sadece sevdim seni.
kızmanı,öfkeni,sevdim.
sedece sevdim seni
umarsız,hoyrat,benligimle.
sadece sevdim seni.
seni görmeden ruhunu.
sadece sevdim seni.
ben gibi sevmesende.
sadece sevdim seni.
gülüşünü,gülüşünü çok sevdim.
sevdim seni.

FIRTINADA YIRTILMIŞ YELKEN


“Gidiyorum” dediğinde,

Yollarına barikatlar kurdum ama,
Kendi yolumu çizemedim,kendi ufkuma.
Doluya tutulmuş yaprak,
Fırtınada yırtılmış yelken,
Gözyaşına bulanmış toprak gibi,
Çakılı kaldım feryatlara.
Sense , koşar adım teslim oldun korkularına;
Hasret oldun,
Nefret oldun,
En nihayet, hiç oldun…

Bana,”unuttun mu?” diye sorma!
Giderken beni de kesip aldın ya ayaklarına,
Böldün ya iki yarım insana…
Bana,”alıştın mı?” diye sorma!
Seninleyken de dokunamazdım ki sana,
Sarılamazdım doya doya.
Kahrederdi, senin yanındaki sensizliğim;
Gördüğümü sandığım yıldızlar gibi,
Yazdığım romanların kahramanları gibi…

Seninleyken de ağlatırdı beni Türk filmleri,
Sadri Abi, “Ah Müjgan…” derdi….
Bense derinden bir “ of…”
Akşam, köz olup kapatınca yaraları,
Komşudaki çocuk seslerini bastırınca, taş plak cızırtıları,
Seni söylerdim, Münir Nurettin bestelerinde.
Seni beklerdim, gelmeyeceğini bile bile…

Neyse…
Yorma kendini keşkelerde…
İyiysem de kendime,
Kötüysem de…
Yeni anladım hüznün nasıl bir illet olduğunu,
“Ağlama” dediğinde, gök yüzü çökmüştü ya hani,
Yeni anladım, altında kalanın, yalnız sen olduğunu.

İnkar etme!
Adın gibi biliyordun;
Her cefaya ,“eyvallah” demiştim,
Gözlerimi gözlerine mühürlemiştim…
“Gel “dediğinde, dünyayı elimin tersine aldım da,
“Hoşçakal” dediğinde, elini sıkamadım ki…
Etrafına duvarlar ören, otistik bir aşık gibi,
Konuşmayı unuttum da,
“Sus” dediğinde, susamadım ki!
“Unut” dediğinde, unutamadım ki!

ve ansızın çıka geldin.
Dilimin altında Fuzuli’den kalma beyit şerhleri,
Aklımda yarım yamalak bir, sen…
Kendimi süzdüm, en saklı telmihlerden.
Sen, Uhud’ da bir okçu,
Ben, Babil kuyularında bir çıkrık…
Her şey için çok geç,
Varlığın da yokluğun da, bir göz açımlık.

İKİ PARÇA AK VE KARA




İki parça, ak ve kara,
Biri çocuk, bebek, öksüz.
Sarılmış bir masumun şalvarına,
Salınmış boy boy çocukların salıncağına.
Öksüz varla yok arası babasız,
Yirmi dört saatlik günün dakikası hesapsız,
Küçük bir dokunuşa aç nasipsiz.
Korunası bir canın korunağı çaresiz.
Karınca ebadınca,
Şeffaf kanatlarında sorumluluğun
 Okşanası örgülerine merdivence tırmanışlar yoksunluğun.
Baharın tüm renklerine meydan okusa da menekşe gözler,
Yine de bir Selvinin babaca duldasını ister,
Şu kahrolası bakteriler sataşsa kimsesizliğine,
Belki bir umut, şefkat susamışı tenine
Ah bu taşlar! Çıksa da aniden yoluna,
 Burkulan bileğiyle tutunsa ananın koluna
Ardından sıraya girenlerin küçücük avuçları,
Tutmalarına dilenirken, öndekilerin gelir buyrukları.
Anam, garip anam sen de hasret miydin bilmem dokunmalara?
Hiç hazır oldu mu yüreğin, çaresiz sokulmalara,
Bunca kalabalığın içinde varılmazdı ki yanına,
Taş olsaydım ya birinin yerine
Büründüm hemen öbürünün tenine
 Abasını çektim sırtından,
Dörpüledim tırnaklarımı korkudan
Çıkmadım bir daha asla kovuğumdan,
Durun ben atlarım en yüksekten,
Atımın terkisinde meleği korurum felekten.
Tuba dallarına inat açarım kollarımı.
Gök yüzüne ark yaparım göz pınarlarımı.
Bir bene tutundum ki şeksiz şüphesiz,
Yoldaş eyledim karanlığı endişesiz.
Elini uzattığında bebek ruhum,
Öfkeyle kasılır yumruğum.
“Kes sesini”buyruğumla titrer dudakları,
Masum bir korkuyla kızarır yanakları.
Yorulunca bir elim kimlik sancağımdan
Diğer elimi uzatırım zemheri yalnızlığımdan.
Kispetimin öylesine  tutkunuyum ki
Bir ilmek sökülse bir yerinden,
Saklarım kainatın gözlerinden,
Kim görmüş,sızlandığımı kederimden.
Haşa saklanacak değilim ya Rabbimden,
Kaçarım,yine de mekandan,
 Bağlasan durur muyum ki?
İki çocuk karşılaşır ya bazen,
Bilemem hangisinden vazgeçeceğimi aniden,
Biri öfkeli,sıkılı yumruk,
Diğeri öksüz,savunmasız çocuk.
İki parça, ak ve kara,
Atılır mı yabana?
Saldım yılkı atını  doğanın mahrem kucağına,
Sardım yeleleriyle  tayımı verdim yedeğine,
Aldım önlemlerimi yine de,
 Basmasınlar diye cılız bacağına,
Bir yanım çocuk,
Bir yanım baba,
Bir yanım doyamadığım,
Ana,
İki parça,ak ve kara.

KENDİ İPİMİ KENDİM ÇEKERİM

KENDİ İPİMİ KENDİM ÇEKERİM

Bugüne kadar hep sevdim hepte acı çektim
Uslanmazki bu gönül dert üstüne dert çekerim
Senden çektiğim çileyi kimseden çekmedim
Dünyam yıkılmış kime neki ağlar gözlerim
Bırakın ben kendi ipimi kendim çekerim,


Ben severken ne ihanet nede kin düşünmedim
Ben uğruna bu canımı ortaya serdimde sevdim
Ben ölümden korkmadım korksaydım sevmezdim
Ölüm tek hakkım ızdırabım acı çekmek susmaksa
Ben susmasınıda bilirim kendi ipimi kendim çekerim,

Sevmek acı çekmek hem günah hemde haramsa 
Ben cezamı çekiyorum en büyük cezam sen oldunya
Seni sevmekle yaptığım hatanın şimdi farkındayım
Dedimya güzelim girdim baştan bu aşkın ağına
sevdim cezamıda çekerim kendi ipimi kendim çekerim, 

sevipte mutlu olmamakta varmış kaderde ölmekte
umarım mutlu olursun ölüm fermanım çizilince
bende çok mutlu olacağım sen kahrından ölünce
çektiğim acıyı sende çekeceksin pişmanlık içinde
attığın her çığlık işler tenine Azrail düşünce peşine,

Artık kabullenmişliğin yorgun havasını çalıyorum şimdi..
Vurgun yemiş satırlarım son yıkıntıların altında çırpınırken..
Ben derinden bir türkü tutturmuşum akıp giden zamana..
Hislerim yanıyor Dumanını çekiyorum içime efkar sigarasıdır diye 
Şimdi cezamı çekiyorum bırakın ben kendi ipimi kendim çekerim,


Sana bu son sözlerimi yazarken son cümleler kurdum
Ben sende mutluluk aradım toprağa kavuştum
Bugün ben kendi ipimi kendim çekiyor idama gidiyorsam
Eğerki sende gerçek mutluluğu bir damla suda bula biliyorsan 
Hep o damla su ile yaşa okyanusta da boğulmak vardır,güzelim

NE GİYSEK YAKIŞMIYOR HÜZÜNDEN BAŞKA


Ne Giysek Yakismiyor, Hüzünden Baska.!

Yüzümüzü sulara biraktik
Ne Giysek Yakismiyor Hüzünden Baska hayallerimizi sivasi dökülmüs duvarlara
sardikça yanginlar içimizi
yoksul bir yasamin cenderesinde
yaralarimiz üsüdü…
Önce miydi sonra miydi
kar miydi?
yagmur muydu?
bilemedik?
üsüdükçe içimize çöktü sis…
Hep sancisini çektik kahreden hayatin
ne giysek yakismiyor hüzünden baska
egilip bakmaya korktugumuz
sahipsiz mezarlara döndü içimiz.
her aksam tanimadigimiz bir hicran
görmedigimiz bir istirap çaldi kapimizi…
Kalbimizi bir vefasiz
ömrümüzü bir hayirsiz aldi
hayatin çikmazinda hep teselli aradik
buruk gülümsemeler dindirebilir mi hüznü ah! Can?
kime ne verebiliriz ki
gönül mü?
ömür mü?
can mi?
mal mi?
yok yok yüregimizden baska servetimiz
Her baktigimiz göz yuttu gönlümüzü
hançerini sapladi her tuttugumuz el
hangi adaya siginsak ihanet kokuyor.
nereye gidebiliriz ki ah! Can
yüregimizden baska
sokaklar çikmaz sokak ömrümüzde kahretsin…
Çiktigimiz her yolculukta
düstügümüz her kalabalikta
issiz bir kiyida üsüdü ömrümüz
yetim bir ruh nemli gözlerle
her gece sarilip bir hayale
yalnizligimizi alip bastik bagrimiza…
kirgindik mevsimlerin koynunda yaraliydik
acilarla yattik acilarla kalktik
bir ömür acilara acilar kattik
kurudu gözpinarlarimiz
karanligi siper edip gözlerimize
yüregimizle agladik.
Kimsesiz bir çocugun yüregine çizip resimlerimizi
kayip mezarlara gömdük
yüzümüze siper ettigimiz gülüsleri
ve yükleyip sevdali bir kusun kanadina anilarimizi
ardinda el açip aska ve aciya agladik…
Hep yüregimizde sakli tuttuk sevgimizi
gözlerimizde yüzümüzün hüznünde sakli tuttuk…
gökyüzünü doldurup solugumuza
isyanimizi kilometrelere zincirleyip
kayip bir vadide idam ettik geçmisimizi…
Gidenler dönmedi ah! Can
solgun bir güz bahçesi renginde
boynu bükülü gelincikler gibi kaldik
yarali uçurumlari birer birer kosarak
bos yere yollara baktik türküler yaktik
kurudu gözpinarlarimiz yüregimizle agladik.
Yarali bir ülkeyiz simdi terkedilmis bir sehir
nehir nehir acilar damliyor bedenimize
önümüzde dag dag uçurumlar
ardimizda ölümün ayak sesleri
nasilda aciyor hayatimiz ahh! Can
Gurbet ki kahreden yanimiz
acilara gömdügümüz isyanimiz
derdimizi kime nasil anlatiriz
kimimiz var ki
lime lime yüregimiz
ilmik ilmik gözyaslarimizdan baska…
Hasret ki göçmen kuslarin kanadinda tasidigi
gamdan bir dag gibi oturmus gözlerimize…
buruk gülümsemeler dindire bilir mi hüznü ah! Can?
kime ne anlatabiliriz ki
agizdan çikan her söz yaraliyor yüregimizi….

Son Masal